Çocukluğumdan beri bildiğim, dinlediğim birçok özgürlük şarkısında barıştan bahsedilir. Özgürlük ve barış iç içe geçmiş iki kavramdır insan hayatında.
Ama sormadan edemiyorum. Çalkantılı dönemlere yaslanarak ya da bizzat çalkantılı dönemlerin oluşmasına hizmet ederek varoluş hakikatlerini salt güç sahibi olmaya vakfeden kişi ve kurumlardan özgürlük ve barış adına herkesi kucaklamalarını beklemek şarkı sözlerinde mi kalacak hep? Peki iç özgürlüklerimizi gerçekleştiremediğimiz sürece toplumsal özgürlüklerimize sahip çıkmamız mümkün mü?
Özgürlük, bir iç hakikate tekabül eder öncelikle. O yüzden makro olarak değil, ferdi olarak bizdeki karşılığına bakmalıyız. Özgürlüğün tanımını yapabilmemiz için, bir sınır tespiti yapmamız gerekecektir bu durumda. Bir hudut mefhumumuz yoksa özgürlüğün kriterini hangi birimle ölçebiliriz ve bunu nispi bir tanıma hapsolmaktan hangi kriterlerle kurtarabiliriz ki zaten?
Buradaki sınır bence şu: Kendini bilmek. Kendini (nefsini) bilmeyen özgür değildir. Çünkü haddini aştığı her şey onu bağımlı kılar. Zaafları, korkuları, arzuları, haz arayışları, vesveseleri, hatta giderek niyet okumaları onun bir olaya veya bir kişiye saf niyetle, olduğu gibi bakmasına engel teşkil eder. Mesela: İdeolojik görüşlerinizi daima üstün görme eğiliminde iseniz, bazı kişileri sırf belli bir kimliğe sahip oldukları için ‘haklı’ veya ‘hain’ ilan edebiliyorsanız, belli bir yaşam tarzını herkes için yegane doğru olarak dayatmaya çalışıyorsanız, zaaflarınız sizi esir almış demektir. Başörtüsüyle üniversiteye girme hakkı gasp edilen kız öğrencilerin rejim tehdidi olduğuna kolayca ikna edilebilirsiniz. İçlerinden birini bile tanımadan. Hatta ülkenizde yüzleşilmesi gereken onca işkence, darbelere gerekçe olarak tasarımlanmış onca katilam, sayısız faili meçhul varken, türban korkusundan başka hiçbir meseleniz kalmaz giderek.
Bu şekilde kimi güçler sizin bu tür zaaflarınızı kaşımaya kalktıklarında farkına bile varmazsınız. Siz kalabalık mitinglerde tüm yüreğinizle “tam bağımsız Türkiye” diye haykırırken sizi oraya toplayan yurtseverlik iddiasındaki güçlerin emperyalizmle uzun zamandır iş tuttuğu gerçeğini göremez olursunuz. Korkularınız o kadar fazladır ki, bunu sorgulamak aklınıza bile gelmez. Aklınız da teslim alınmıştır.
Artık siz başkalarına, tanıdığınız, tanımadığınız birçok kişi ve topluluğa farkında olmadan haksızlık yapmaya açık hale getirilmişsinizdir. Eğer bu raddede iç özgürlüğünüze sahip çıkamazsanız, zaaflarınızın esiri haline getirildiğinizi fark edemezseniz: Yaptığı zulmü görmeyen zalimlerden olabilirsiniz rahatlıkla. Gizli faşizmdir bu. Giderek açık hale de gelecektir. Daima haklı olduğuna inanmak faşizmdir. Hudutlarınız kalkmıştır ortadan. Kendini bilmezlik budur tam da. Başa döndük.
Ancak iç özgürlüğünüze kavuştukça insanların özgürce bir şeye inanmasından, fikirlerini özgürce tartışmasından korkmazsınız. Şu anda bundan çok korkuyorsak, 301’in kaldırılmasına tahammül edemiyorsak veya bizim gibi düşünmeyen ve bizim gibi yaşamayan insanların var olma hakkını onlara çok görüyorsak: Bizi zihnimizden ve kalbimizden bölmeye çalışarak her daim kendi iktidarlarını sürdürmeye ant içmiş kişi ve kurumlar tarafından kışkırtılmaya açığız demektir. Zulmetmeye de aynı oranda, çeşitli gerekçelerle ikna edilerek, açık hale gelebiliriz hiç bilmeyerek.
Koyun elinizi vicdanınıza ve sorun. Yargıyı etkilemekte özgür olan siyasetçilerin, suçu ve kirli ilişkileri gizlemekte özgür olan çetecilerin veya adalete bizi götürecek olan delilleri yok sayan, karartan, görmezden gelen ‘kanaat önderleri’nin karşısında direnenler ne yapıyor? Hak ve hukuk adına mücadele etmeden toplumsal özgürlüğümüze kavuşamayacağız” diyenleri yargılayarak mı ‘tam bağımsız’ olacağız? Böyle diyenleri bölücü, rejim düşmanı ilan ederek mi yüzleşeceğiz tarihimizin karanlık yönleriyle? Böyle mi mücadele edeceğiz cuntacılığı mazur gördükçe aklı esir alınanlarla? Ya darbe geleneğimizle?
Zaman, 22.4.2008
|