‘Vatan söz konusu olunca gerisi teferruattır.” deyip vatanı tehlikede gören zorbacı rektörler harekete geçip ülkeyi koruma refleksi sergiliyorlar.
Toplantı yapıp, görünmez düşmana karşı koymak için bildiri yayınlıyorlar. 27 Mayıs öncesinde yaptıkları gibi, zinde güçleri harekete geçirmek için davetiye gönderiyorlar. Bilgiye susayan beyinlerin eline sopa verip sokağa taşırmak istiyorlar. Halkı meydanlara toplayıp işgale karşı direnişe davet ediyorlar. Uzaktan ülkemde olup bitenleri takip ederken şu soruları sormaktan kendimi alamıyorum: Acaba vatan ve millet edebiyatıyla vatanı korumaya çalıştığını söyleyen bu sözde aydınlar, “fakr-ü zaruret içinde harap ve bitap düşmüş” olan millete zarar verdiklerini bilmiyorlar mı? Yoksa, “gaflet içinde bulunup” yaptıklarının nereye varacağını anlamıyorlar mı? Yoksa vatanı işgal eden görünmez düşmanları gördükleri için “birinci vazifeleri”nin darbe çığırtkanlığı yapmak olduğunu mu sanıyorlar? Yoksa, “şahsi menfaatlerini, müstevlilerin (işgalcilerin) siyasi emelleriyle” birleştirerek dış destekli mi hareket ediyorlar? Bu soruları düşünürken anladım ki, Türkiye’de olup bitenleri iç veya dış kaynaklı komplolara bağlamak kolaycılıktır. Olaya yüzeysel bakmaktır. Tarihsel ve sosyolojik gerçekleri göz ardı etmektir. Üniversitedeki zorbacı söylemlerin asıl sebebi, zorbacıları dahi bir derece mazur ve mağdur konumuna koyan virütik bir hastalıktır. Buna “zorba virüsü” diyorum. Bulaştığında insanı zorbacı yapan bir virüs.
Ailede başlayıp, okulda devam eden “zorba virüsü” biraz şekil değiştirerek üniversitede de hükmünü sürdürüyor. Kas kuvvetine dayalı bir dayatma yerini, “ilim ve makam” kuvvetine dayalı bir dayatmaya bırakıyor. Zorba virüsüyle müptela olan üst hiyerarşideki bir öğretim üyesi altındakine karşı makam gücünü konuşturduğu için zincirleme bir zorba sistem ortaya çıkıyor. YÖK başkanı üniversite rektörlerine, rektörler dekanlara, dekanlar bölüm başkanlarına, bölüm başkanları bölüm hocalarına, hocalar da asistanlarına “makam zoru”yla dayatmada bulunuyor. Daha da acı olan, öğretim görevlisi, asistan, doktor, yardımcı doçent, doçent, profesör unvanlarına sahip olanlar bile “unvan zoru”yla bir altındakini ezmeye çalışıyor. İlim sahibi olan veya taşıdığı etiketten dolayı ilim sahibi olduğu sanılan bazı “bilim adamları” ilimlerini, cahil gördükleri kişilere karşı baskı aracına dönüştürüyorlar. Oysa, gerçek alim, bir konudaki bilgisi arttıkça bilmediklerinin daha fazla olduğunu anlayandır. Yani, ne kadar çok bilse, kainattaki sonsuz ilme nispeten, o kadar az bildiğini bilendir. Oysa, Türkiye’de bir konuda uzmanlaşıp, bilgi ve unvan (etiket) edinenler, kendilerini her konuda allame sanıp, millete ilimleriyle çalım satıyorlar. Örneğin jeolojik konularda uzman biri teolojik konularda da ahkâm kesiyor. Oysa, fizikte zamanımızın Einstein’ı olan tıpta bir hemşire kadar bile muteber sayılmaz. Dahası, zorba virüsüne müptela hocalar, kendilerinden aşağıda gördüklerini, ilim ve unvanlarının zoruyla eziyorlar. Hiç unutmuyorum, üniversitede kendisinden iki unvan aşağıdaki yardımcı doçent bir hocayı hizmetli gibi kullanmanın maliyetini hesaplayamamış bir muhasebe profesörümüz vardı. Söz konusu yardımcı doçent hocayı sınıfa getirip, tahtayı sildirir, geri gönderirdi. İşi çıktığı için derse gelemediğinde ise aynı hocayı yerine derse gönderirdi.
Tepeden tırnağa zorbacı bir hiyerarşik sistem şeklinde örgütlenmiş bir kurumda çalışmaya mahkum olan bir öğretim üyesi de ister istemez zorbacı olup çıkıyor. O da öğrencilerine karşı zor kullanıyor. Hakaret, aşağılama ve not tehdidiyle, kendisinden farklı düşünen öğrencisini bastırmaya çalışıyor. Düşünen genç beyinlerin özgürce düşünme egzersizi yapıp, insanlığın hayatını kolaylaştıracak bilgiler ve teknolojik ürünler netice vermesini sağlamak yerine, zorbacı profesörler, üniversiteleri belirli bir ideolojinin “vaaz” edildiği modern tapınaklara dönüştürmüş. Öğrencileri adam yerine koyup, fikirlerinden istifade etmek yerine, kendi doğrularını onlara dayatmayı marifet biliyor. Hiç unutmuyorum, yüksek lisans eğitimi yaparken, tartıştığım “prof” etiketli bir hoca beynimi temizlemeyi kendine vazife bilmişti. Sahip olduğu doğruları, hocalık kisvesi altında dayatmaya çalışmıştı. Böyle bir ortamda yetiştiğim için, doktora için yurtdışına çıktığımda tabir yerindeyse şoke olmuştum. Hocalar yüksek lisans yapan öğrencileri güdülecek çocuklar olarak değil, istifade edilecek taze beyinler olarak görüyordu. Onlara kendi doğrularını dayatmak yerine, onlarla birlikte doğruları bulmaya çalışıyorlardı. Kısacası, Türkiye’de yükseköğretimin bütün kurumlarına bulaşan “zorba virüsü” beyinleri işlevsiz hale getirdiği için üniversiteler ülkenin gelişmesinde lokomotif rolü göreceğine, hantal bir yük vagonuna dönüşmüş.
“Zorba virüsü”, diğer virüsler gibi, hiç ölmediği için uygun ortam buldukça yeniden hortluyor. Doğrusu, Türkiye’de her on senede bir darbe ve muhtıra olması “zorba virüsü”nün her seferinde uygun koşullar bulup yeniden aktif hale gelmesinden kaynaklanıyor. Sivrisinekler nasıl bataklıkta ürüyorsa, “zorba virüsü” de darbe çığırtkanlarının, menfaatlerine zarar geldiği için kriz çıkaranların ve krizden menfaat bekleyenlerin oluşturdukları bataklıkta üreyip, çoğalıyor. Yeni YÖK başkanının başarısını da üniversitelerde yaygın olan zorba virüsüne karşı yaptığı etkin mücadele belirleyecektir.
Zaman, 5.2.2008
|