|
|
|
Önce üniversiteyi özgürleştirsek... |
Biliyorum, Adalet ve Kalkınma Partisi ile Milliyetçi Hareket Partisi, ‘Tamam türban bir sorun ama ondan önce daha acil sorunlar var, onlarla ilgilenseniz’ diyenlere kızıyorlar ama ben yine de demeden edemeyeceğim: Keşke üniversitemizin en büyük ve öncelikli sorunu türbana özgürlük olsaydı da, şimdi onu da çözerek durumumuzu mükemmel hale getiriyor olsaydık.
Bana soracak olursanız üniversitemizin en önemli sorunu, üniversitenin üniversite olmamasıdır. Orası üniversite değil de bir ‘yükseköğrenim kurumu’ olduğu için, yani bir çeşit yüksek lise olarak görüldüğü için, üstelik de tek merkezden yönetildiği için, sorunlar çözümsüz kalıyor.
Daha önce de bu örneği vermiştim, bugün tekrar edeceğim: Bizim 12 Eylül darbe rejiminin eseri olan 2547 sayılı ünlü Yükseköğrenim Kanunu’muzun 4. maddesi aynen şöyle başlar: “Yükseköğretimin amacı: a. Öğrencilerini; 1. ATATÜRK inkılapları ve ilkeleri doğrultusunda ATATÜRK milliyetçiliğine bağlı; 2. Türk milletinin milli, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerini taşıyan, Türk olmanın şeref ve mutluluğunu duyan; 3. Toplum yararını kişisel çıkarının üstünde tutan, aile, ülke ve millet sevgisi ile dolu; 4. Türkiye Cumhuriyeti Devletine karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getiren; 5. Hür ve bilimsel düşünce gücüne, geniş bir dünya görüşüne sahip, insan haklarına saygılı...”
Görüyor musunuz, yasamız yükseköğretimin amacını anlatırken ‘bilim’ kelimesine, ‘hür düşünce’ye ancak beşinci bende geldiğinde yer bulabilmiş.
Celal Şengör’ün mektubu sayesinde ‘bilimsel düşünce’-’dogma’ mücadelesi konusunda yazışma fırsatımız oldu. Acaba Celal Şengör bu yasayı görmüş müdür, okumuş mudur?
‘Atatürk inkılap ve ilkeleri doğrultusunda Atatürk milliyetçiliğine bağlı’ öğrenci yetiştirme amacı üniversitenin amacı olabilir mi?
Atatürk’ü eleştirmeye yeltenen profesörün hapis cezasına çarptırıldığı bir ülkede başka ‘dogma’ aramaya gerek var mıdır?
Düşünebiliyor musunuz, Amerika’da Harvard veya Yale’in, İngiltere’de Cambridge veya Oxford’un ‘Bizim amacımız falanca kişinin
görüş ve ilkeleri çerçevesinde düşünen öğrenciler yetiştirmektir’ dediğini, demekle kalmayıp bunu yasasına koyduğunu?
Türk üniversitelerinde de iyi kötü yabancı uyruklu öğrenciler eğitim görüyor. Onları ‘Türkiye Cumhuriyeti devletine karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getiren’ bireylere çevirmek mi amacımız?
Orası üniversite mi, beyin yıkama, faydalı vatandaşlar yetiştirme merkezi mi?
Lafı fazla uzatmayacağım, demek istediğimi anlatabildim sanırım.
Bizim önce üniversitemizi ÜNİVERSİTE yapmamız lazım.
Üniversite, başka her şeyden önce sınırsız özgürlükler ortamı demektir. İnsanların beynine peşinen, biz şöyle böyle öğrenciler yetiştireceğiz diyerek ipotek konulmayan yerin adıdır üniversite.
Siz üniversiteye özgürlüğünü ve kendi ayaklarının üstünde durup gelişmesini sağlayacak mali özerkliğini verirsiniz, sonra kenara çekilirsiniz. Üniversite işlerini kendi bildiği gibi yapar.
Bunu sağlamadan üniversitemizin sorunlarını çözmeye de başlamamış olursunuz; çünkü bu sorunları çözecek platformu yaratamamış olursunuz.
Üniversiteniz özgür olduğunda, merak etmeyin içindeki öğrenciler de özgür olur zaten. Ve ‘üniversite’ sıfatını hak eden bir üniversite, öğrencisinin saçıyla sakalıyla, kılığıyla kıyafetiyle, siyasi görüşüyle veya görüşsüzlüğüyle uğraşmaktan utanır zaten.
Radikal, 5.2.2008
|
İsmet Berkan
06.02.2008
|
|
|
Türkiye, yasakçı rektörlere teslim olmamalı |
Akdeniz Üniversitesi Rektörü Prof. Akaydın, türbanın altına takılacak cep telefonları kulaklıklarıyla kopyanın artacağını söylemiş.
‘Acaba yasakçılar ilaç için bir tek mantıklı gerekçe bulacaklar mı?’ diye beklerken bu açıklama geldi. Kutlayacağım ama küçük bir sorun var. Saçları kulaklarını örten kız, o menfur kulaklığı saçının altına da gizleyebilir.
En iyisi ‘Bütün kız öğrencilerin saçlarının kulak hizasını geçmeyecek şekilde toplanması, tercihen iki yana ayrılıp örülmesi, olmadı traş edilmesi..’ diye yasa yapsak? Çene altından bağlanacak, iğneyle tutturulmayacak... Bunlarla mı uğraşacağız? Evrensel bilim yuvası böyle mi olur? Kılık kıyafet zabıtalığı yapan, ‘her ihtimale karşı’ yasak koyan kuruma üniversite mi denir? Tartışma yoğunlaştıkça ideolojik önyargılar da daha net görünüyor. Basına göre İÜ Rektörü Parlak ‘Bu gerginlik bizi bile etkileyecek. Belki hiç hakkımız olmadığı halde, türbanlı bir öğrenciye, Cumhuriyet ilkelerinin kıyafetlerine aykırı diye hak ettiği notu vermeyeceğiz’ demiş. Açıkça ayrımcılıktan söz eden bir üniversite hocası, dahası bir rektör. Bunu söyleyen kişi bir hukuk devletinde ders verebilir mi? Şimdi anlaşılıyor mu, doğru dürüst bir üniversiteye ulaşabilmemiz için neden bu rektörlerin zihniyetini aşmamız gerektiği?
Üniversitelerarası Kurul’un ve diğer yasakçıların boğucu atmosferinde bilim nefes alabilir mi? Bilimden de geçtik, bu zihniyetin egemen olduğu bir üniversitede huzur veya barış olur mu? Yasakçı rektörlerin de ne düşündükleri umurumda değil. Onların yasak yanlısı tutumunun üniversiteleri temsil etmediğini, özgür üniversiteden yana 2.000 akademisyen imzalarıyla gösterdi (ve bu sayı her an artıyor). Başörtüsünü yasaklayan zihniyete karşı evrensel anlamıyla üniversiteyi talep eden böylesine güçlü bir iradenin varlığı, yasakçıların oluşturmaya çalıştıkları ‘birlik illüzyonu’nu sildi. Yasakçı rektörlerin üniversiteyi temsil etmediği artık açıkça görüldü. Ama çözüm hala siyasi iradenin kararlı durmasına ve süreci doğru yönetmesine bağlı.
Çünkü yasakçı rektörler gibi basından da umut yok. Büyük gazetelere bakıyorum, yasağa gerekçe bulmak için CHP’den çok gayretliler. TV’ler, ilk on dakika hep yasakçıların görüşlerini aktaran ‘haberlere’ ayrılmış. Yasaktan yana olanların eylemlerini büyültüp, hukuktan ve özgürlükten yana olanlarınkini küçültüyorlar. Düşünün, başka bir ülkede olsa, özgür basın Parlak’ın sözlerini tefe koyar mıydı, koymaz mıydı?
Hükümet süreci iyi yönetmezse, sadece başörtüsü yasağı devam etmekle kalmayacak, üniversiteyi garnizona çeviren zihniyet kazanacak ve bu durum diğer özgürlük alanlarında da daralma doğuracak. Sağlam duranın kazanacağı bir mücadele bu. Ve Hükümet kaybederse, kaybettiği sadece başörtülü kadınların hakları olmayacak.
Tekrar uyaralım, MHP ile uzlaşılan formül sorunu çözmüyor. (...) Yasağı kaldırmak için harcanan onca emek ve çabayı, ‘çene altı’ gibi, yarın iptal edilecek anlamsız bir formüle kurban etmeyin. (...) Bakın arkanızda devasa bir halk desteği var, özgürlükçü ve demokrat akademisyenler risk alıp üniversitenin yasakçılardan ibaret olmadığını kanıtladılar, insan hakları örgütleri sizi destekliyor. Kaldırın şu utanç verici yasağı da, kurbanlar da, demokrasi de, diken üstünde bekleyen yasakçılar da kurtulsun.
Star, 5.2.2008
|
Berat Özipek
06.02.2008
|
|
|
Rektörler ve zorba virüsü |
‘Vatan söz konusu olunca gerisi teferruattır.” deyip vatanı tehlikede gören zorbacı rektörler harekete geçip ülkeyi koruma refleksi sergiliyorlar.
Toplantı yapıp, görünmez düşmana karşı koymak için bildiri yayınlıyorlar. 27 Mayıs öncesinde yaptıkları gibi, zinde güçleri harekete geçirmek için davetiye gönderiyorlar. Bilgiye susayan beyinlerin eline sopa verip sokağa taşırmak istiyorlar. Halkı meydanlara toplayıp işgale karşı direnişe davet ediyorlar. Uzaktan ülkemde olup bitenleri takip ederken şu soruları sormaktan kendimi alamıyorum: Acaba vatan ve millet edebiyatıyla vatanı korumaya çalıştığını söyleyen bu sözde aydınlar, “fakr-ü zaruret içinde harap ve bitap düşmüş” olan millete zarar verdiklerini bilmiyorlar mı? Yoksa, “gaflet içinde bulunup” yaptıklarının nereye varacağını anlamıyorlar mı? Yoksa vatanı işgal eden görünmez düşmanları gördükleri için “birinci vazifeleri”nin darbe çığırtkanlığı yapmak olduğunu mu sanıyorlar? Yoksa, “şahsi menfaatlerini, müstevlilerin (işgalcilerin) siyasi emelleriyle” birleştirerek dış destekli mi hareket ediyorlar? Bu soruları düşünürken anladım ki, Türkiye’de olup bitenleri iç veya dış kaynaklı komplolara bağlamak kolaycılıktır. Olaya yüzeysel bakmaktır. Tarihsel ve sosyolojik gerçekleri göz ardı etmektir. Üniversitedeki zorbacı söylemlerin asıl sebebi, zorbacıları dahi bir derece mazur ve mağdur konumuna koyan virütik bir hastalıktır. Buna “zorba virüsü” diyorum. Bulaştığında insanı zorbacı yapan bir virüs.
Ailede başlayıp, okulda devam eden “zorba virüsü” biraz şekil değiştirerek üniversitede de hükmünü sürdürüyor. Kas kuvvetine dayalı bir dayatma yerini, “ilim ve makam” kuvvetine dayalı bir dayatmaya bırakıyor. Zorba virüsüyle müptela olan üst hiyerarşideki bir öğretim üyesi altındakine karşı makam gücünü konuşturduğu için zincirleme bir zorba sistem ortaya çıkıyor. YÖK başkanı üniversite rektörlerine, rektörler dekanlara, dekanlar bölüm başkanlarına, bölüm başkanları bölüm hocalarına, hocalar da asistanlarına “makam zoru”yla dayatmada bulunuyor. Daha da acı olan, öğretim görevlisi, asistan, doktor, yardımcı doçent, doçent, profesör unvanlarına sahip olanlar bile “unvan zoru”yla bir altındakini ezmeye çalışıyor. İlim sahibi olan veya taşıdığı etiketten dolayı ilim sahibi olduğu sanılan bazı “bilim adamları” ilimlerini, cahil gördükleri kişilere karşı baskı aracına dönüştürüyorlar. Oysa, gerçek alim, bir konudaki bilgisi arttıkça bilmediklerinin daha fazla olduğunu anlayandır. Yani, ne kadar çok bilse, kainattaki sonsuz ilme nispeten, o kadar az bildiğini bilendir. Oysa, Türkiye’de bir konuda uzmanlaşıp, bilgi ve unvan (etiket) edinenler, kendilerini her konuda allame sanıp, millete ilimleriyle çalım satıyorlar. Örneğin jeolojik konularda uzman biri teolojik konularda da ahkâm kesiyor. Oysa, fizikte zamanımızın Einstein’ı olan tıpta bir hemşire kadar bile muteber sayılmaz. Dahası, zorba virüsüne müptela hocalar, kendilerinden aşağıda gördüklerini, ilim ve unvanlarının zoruyla eziyorlar. Hiç unutmuyorum, üniversitede kendisinden iki unvan aşağıdaki yardımcı doçent bir hocayı hizmetli gibi kullanmanın maliyetini hesaplayamamış bir muhasebe profesörümüz vardı. Söz konusu yardımcı doçent hocayı sınıfa getirip, tahtayı sildirir, geri gönderirdi. İşi çıktığı için derse gelemediğinde ise aynı hocayı yerine derse gönderirdi.
Tepeden tırnağa zorbacı bir hiyerarşik sistem şeklinde örgütlenmiş bir kurumda çalışmaya mahkum olan bir öğretim üyesi de ister istemez zorbacı olup çıkıyor. O da öğrencilerine karşı zor kullanıyor. Hakaret, aşağılama ve not tehdidiyle, kendisinden farklı düşünen öğrencisini bastırmaya çalışıyor. Düşünen genç beyinlerin özgürce düşünme egzersizi yapıp, insanlığın hayatını kolaylaştıracak bilgiler ve teknolojik ürünler netice vermesini sağlamak yerine, zorbacı profesörler, üniversiteleri belirli bir ideolojinin “vaaz” edildiği modern tapınaklara dönüştürmüş. Öğrencileri adam yerine koyup, fikirlerinden istifade etmek yerine, kendi doğrularını onlara dayatmayı marifet biliyor. Hiç unutmuyorum, yüksek lisans eğitimi yaparken, tartıştığım “prof” etiketli bir hoca beynimi temizlemeyi kendine vazife bilmişti. Sahip olduğu doğruları, hocalık kisvesi altında dayatmaya çalışmıştı. Böyle bir ortamda yetiştiğim için, doktora için yurtdışına çıktığımda tabir yerindeyse şoke olmuştum. Hocalar yüksek lisans yapan öğrencileri güdülecek çocuklar olarak değil, istifade edilecek taze beyinler olarak görüyordu. Onlara kendi doğrularını dayatmak yerine, onlarla birlikte doğruları bulmaya çalışıyorlardı. Kısacası, Türkiye’de yükseköğretimin bütün kurumlarına bulaşan “zorba virüsü” beyinleri işlevsiz hale getirdiği için üniversiteler ülkenin gelişmesinde lokomotif rolü göreceğine, hantal bir yük vagonuna dönüşmüş.
“Zorba virüsü”, diğer virüsler gibi, hiç ölmediği için uygun ortam buldukça yeniden hortluyor. Doğrusu, Türkiye’de her on senede bir darbe ve muhtıra olması “zorba virüsü”nün her seferinde uygun koşullar bulup yeniden aktif hale gelmesinden kaynaklanıyor. Sivrisinekler nasıl bataklıkta ürüyorsa, “zorba virüsü” de darbe çığırtkanlarının, menfaatlerine zarar geldiği için kriz çıkaranların ve krizden menfaat bekleyenlerin oluşturdukları bataklıkta üreyip, çoğalıyor. Yeni YÖK başkanının başarısını da üniversitelerde yaygın olan zorba virüsüne karşı yaptığı etkin mücadele belirleyecektir.
Zaman, 5.2.2008
|
Dr. Furkan Aydıner
06.02.2008
|
|
|
Teennîye davet |
İktidar partisinin MHP destekli ‘türban/başörtüsü’ konulu yasal düzenleme çabaları hız kazanarak devam ediyor. Üzerinde uzlaşılan formül Anayasa’nın iki maddesinde ve YÖK Yasası’nın Geçici 17. maddesinde değişiklik yapılmasını öngörüyor. Beklenen, bu yeni düzenleme yasalaştığında, üniversite ve yüksek okullarda sürdürülen türban/başörtüsü yasağının sona ermesidir.
Sonucu itibariyle toplumun çoğunluğunun paylaştığı hayırlı bir gelişme bu. Ancak, yeni kamuoyu araştırmaları toplumun bu çabalardan kaygı duyduğuna işaret etmeye başladı. Halkın büyük bölümü hâlâ yasağa karşı, başörtülü kızların üniversitelerde okuması gerektiğine destek çok büyük; ancak oranı giderek büyüyen bir karşı-cephe oluştuğu da göze çarpıyor.
Bu durumun bir sebebi, kamuoyunun bu sorunun yasa yoluyla çözüleceğinden kuşku duymasıdır. 1990 öncesinde, dönemin iktidarı (ANAP) iki ayrı yasal düzenleme yapmak zorunda kalmış, her iki girişim de sonuçsuz kalmıştı. Bugün de uygulanan yasak herhangi bir yasal boşluktan kaynaklanmıyor; tam tersine, YÖK Yasası’nın yeniden değiştirilmek istenen Geçici 17. maddesinde “Yürürlükteki yasalara aykırı olmamak şartıyla yükseköğretim kurumlarında kılık ve kıyafet serbesttir” diye açıkça yazıyor. Ne kadar takviye ederseniz ediniz o maddeyi, yasağı uygulayanları veya zihniyetlerini değiştiremediğiniz takdirde farklı bir sonuç ortaya çıkmayacaktır. Kaygının temelinde bu kuşku yatıyor.
Bir şey daha: Yasada yapılmak istenen değişiklikle belli bir başörtüsü bağlama biçimi tanımlanıyor; ancak o biçime uyulması durumunda eğitim hakkı kazanılabilecek. Bu da, serbestlik getirmek için yola çıkılmışken yeni düzenlemeyle yasak getirilmesini sağlayabilir. Hiçbir yasal dayanağı olmayan bir yasak, Ak Parti ile MHP’nin ortak girişimiyle, keyfi uygulamalara kapı aralayabilecek bir yasal güvenceye kavuşmuş olacak.
Yargıtay’ın onursal başkanlarından Prof. Dr. Sami Selçuk nicedir bu yanlışa işaret ediyor. Dün Radikal gazetesinde yayımlanan “Başörtüsünde ‘sanal yasak’tan ‘gerçek yasak’a gerileme (mi?)” başlıklı kapsamlı ve uyarıcı yazısı hukukî bir mütalaa olarak olağanüstü önemli. Anayasa ve yasalarda ‘yasak’ yok; üniversitelerde uygulanan başörtüsü yasağını bu yüzden ‘sanal suç’ kavramıyla açıklıyor Sami Selçuk. Uygulama aslında var olmayan bir ‘suç’ ile irtibatlı; daha çok da Anayasa Mahkemesi, Danıştay ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının ‘yanlış algılanması’ üzerine oturuyor.
Prof. Selçuk’un buradan çıkardığı doğal sonuç da şu: Ak Parti ile MHP’nin anayasa ve yasada değişiklik yoluyla yasağı kaldırma çabası yanlıştır; yeni düzenleme başörtüsü konusunu içinden çıkılmaz hale getirebileceği gibi, yasağa yasal bir zemin kazandırma tehlikesini de içinde barındırıyor. Sami Selçuk ne yapılması gerektiğini ve görevin kime düştüğünü de belirtiyor yazısında: “Bir yasak bulunmadığına göre, yukarıdaki hukuksal görüşler doğrultusunda üniversiteler uygulamalarını gözden geçirmelidirler. / Girişim gücü, YÖK’ün elindedir.”
Tartışmanın çıktığı ilk günden beri savunduğum görüşle birebir örtüştüğü için değil yalnızca, Prof. Sami Selçuk’un tamamen ‘hukukî’ gerekçelere oturttuğu mütalaasına tam da şu ortamda kulak verilmesinin ülke açısından başka rahatlatıcı etkileri olacağına da inandığımdan, Meclis’te iyi niyetli çabalarını sürdürenlerin dikkatini çekmek istiyorum. İyi niyetle yola çıkıldığında varılan yer her zaman başta belirlenen hayırlı sonuç olmayabiliyor. 1989’da ANAP da iyi niyetle yasal düzenleme yapmıştı; sonuç ortada.
Üniversite camiasının yasakçılığa karşı çıkışı kısa zamanda 2000’den fazla imzaya kavuştu. Son yapılan türban yasağını kaldırma girişimini protesto amaçlı Üniversiteler Arası Kurul (ÜAK) toplantısına 27 devlet üniversitesi yetkili göndermedi; bir o kadar da özel üniversite... YÖK Başkanı toplantıya katılarak konuya itirazını kayda geçirdi. Bunlar Sami Selçuk’un da tercih ettiği “Sorunun kendiliğinden çözümü” yolunda önemli gelişmeler...
Yasağın bir gün daha devam etmemesi hepimizin temennisi; ancak içinden çıkılmaz hale getirmeden ve sühuletle konuyu çözmek varken bu acele neden?
Yeni Şafak, 5.2.2008
|
Fehmi Koru
06.02.2008
|
|
|
301’e ne oldu? |
Hatırlayacaksınız; Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin, geçen ayın ilk günlerinde Türk Ceza Kanunu’nun 301’inci maddesinin değiştirilmesini öngören öneriyle ilgili çalışmaların tamamlandığını, en geç bir hafta içinde Meclis Başkanlığı’na sunulabileceğini açıklamıştı.
Böylece Hrant Dink’in öldürülmesinin ilk yılı olan 19 Ocak’a kadar 301 değişikliği Meclis’ten geçirilerek, hem Türk aydınlarına, hem de Avrupa kamuoyuna güçlü bir mesaj verilebileceği umudu doğmuştu.
Aradan bir ay geçti. Ses seda yok. Neden? Cevabı dün AK Parti Mersin Milletvekili Prof. Dr. Zafer Üskül verdi. Meclis İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Başkanı olan Üskül, AB Komisyonu Türkiye Delegasyonu’nun Bilgi Üniversitesi İnsan Hakları Hukuku Araştırma Merkezi’yle birlikte düzenlediği “Türkiye-Avrupa Demokrasi Forumu”ndaki konuşmasında şöyle dedi:
“Ama hiç hesapta olmayan bir başka değişiklik, bir Anayasa değişikliği gündeme geldi. Öğretim hakkının güvence altına alınmasıyla ilgili bir Anayasa değişikliği... Bu da insan hakları sorunu. Dolayısıyla onu da erteleyemiyorsunuz. AK Parti’nin MHP tarafından ortaya atılan değişiklik önerisini görmezden gelmesi mümkün değildi.”
Kötü şöhretli madde
İyi ama iki girişim eşzamanlı olarak yürütülemez miydi? Bu sayede AK Parti’nin üniversitelerde türban serbestisini “Özgürlükler”e dayandıran gerekçesi daha da pekiştirilmiş olmaz mıydı? Ayrıca türban girişiminin Avrupa kamuoyunda ve AB’de uyandırdığı kuşkuların, doğurduğu soru işaretlerinin de AB Komisyonu’nun genişlemeden sorumlu üyesi Olli Rehn’in “Kötü şöhretli madde” dediği 301’deki değişiklik sayesinde giderilmesi ya da en azından hafifletilmesi sağlanamaz mıydı?
Onu da biz yanıtlayalım: Hayır, iktidar hem türban serbestisini, hem de 301 değişikliğini birlikte, eşzamanlı götüremezdi. Çünkü MHP, 301’inci maddede “Her türlü” değişikliğe şiddetle karşı olduğunu her fırsatta tekrarlıyor. Böyle bir konjonktürde 301 değişikliğini de Meclis’e getirmek, MHP’nin AK Parti’ye türban desteğini riske atabilirdi.
Ayrıca bir de kuşkumuz var. Vesvese de diyebilirsiniz. MHP lideri Bahçeli, türban sorununa çözüm önerisini tam da 301 değişikliğinin Meclis’e indirilmesinin beklendiği günlerde yaptı. Böylece girişimi torpilledi. Rastlantı mı, zamanlama ustalığı mı; artık siz karar verin.
İşi yargıya bırakmak
Üskül dün konuşmasında 301 konusunda ilginç soru da ortaya attı: “301’inci madde Türk Ceza Kanunu’nda olsa ne olur, olmasa ne olur? Yargıç, 301’inci maddenin düşüncenin ifadesi özgürlüğü bakımından yeterince iyi düzenlenmemiş bir hüküm olduğunu düşünerek, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) ifade özgürlüğüyle ilgili hükmünün, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarının ışığında yargılama yetkisine sahip değil mi? Neden uygulamıyor?”
Yani, “Yargıçlar niye 301’lik davalarda Türk Ceza Kanunu’nu bir yana bırakıp, AİHS hükümleri ve AİHM kararlarını esas almıyorlar” demeye getiriyor.
Onun cevabı da Avrupa Parlamentosu’nda bir soru önergesine konu olacak kadar ünlenen Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı’nın (TESEV) “Yargı” raporunda var: Yargı mensuplarının yüzde 51’i insan haklarının devlet güvenliği açısından tehdit oluşturabileceğini düşünüyor, yüzde 63’ü AİHM’i Türkiye’ye karşı önyargılı buluyor. 301’e gelince; yargı mensuplarının yüzde 16’sı maddenin kalkmasına destek veriyor, yüzde 24’ü “Türklük” yerine “Türk Milleti” kavramı getirilmesine, yani kozmetik değişikliğe sıcak bakıyor, yüzde 24’ü de değiştirilmemesinden yana tavır koyuyor.
Devleti bireyin önüne koyan bir yargı anlayışıyla, davalarda 301 yerine AİHS ve AİHM’in esas alınması mümkün olabilir mi? İlahi Üskül hoca...
Sizden yargıya “Anlayış” çağrısı değil, 301’i bir an önce türban ipoteğinden kurtarmanın yolunu bulmanızı bekliyoruz. Tabii sadece MHP değil, AK Parti’nin milliyetçi kanadı engelini de aşabilirseniz...
Sabah, 5.2.2008
|
Erdal Şafak
06.02.2008
|
|
|
|