Sağ tarafımda yüksek tepeler, uzakta sıra dağlar ve sol tarafımda ufukla sonlanan deniz. Bir dağlardan ve bir de denizden yana bakıyorum. İkisi de bana huzur bahşediyor. Şairin “Dağ ufkunda huzur, ova ufkunda mehabet ve deniz ufkunda teselli duyulur” dediği gibi ben de nereye bakarsam içimdeki patlayıverecek sıkışmışlık yumuşuyor.
Deniz, tutkum elbette. Ona yoğunlaştım. Uyuyor. Aynı denizin bir de Yaratıcı’nın Celâl sıfatının küçük yansıması olan kudurmuşluğunu hayal ettim. “Bu ne Cemâl ve bu ne Celâl!” diye demekten kendimi alamadım. Yanlış hatırlamıyorsam Tolstoy kadını denize benzetmiş. Kadın kızdığında en az deniz kadar vahşi olur ve etrafa dehşet salarmış. Ve bir görüşün kadının eğe kemiğinden yaratılmış olduğunu ileri sürmesinin esprisi budur. Yani çok eğersen kırarsın. Deniz ve kadın; Cemal ve Celâl sıfatlarının tezahürünü bütün canlılıklarıyla kendilerinde toplayan iki varlık!
Bizi dünyaya çağıranların sayıları çok. Etrafımızı çepeçevre sarmışlar. Biz onlara yaklaştıkça onlar bizden bir o kadar uzaklaşıyorlar. Serap gibi… Ama ben bu zirvede, bütün güzelliklere rağmen dünyadan el etek çekmeye demeyeyim bari, dünyanın etkisinde kalmamaya uğraşıyorum. Bir seyirci gibi davranmaktan hoşlanıyorum. Çünkü peşlerine koşuşturmakla yorulduğum şu anda nefeslendiğimi fark ediyorum. Artık onlara uzaktan bakıyorum etrafımdaki güzelliklere baktığım gibi. Ayı gibi “Bu üzümler hiç de olgunlaşmamış” da demiyorum; çünkü çoğunu tadarak içimde acılaştıklarını gördüm. Bağlandıklarımızın hepsinin değmez olduğuna en azından şimdilik anladığımı söyleyebilirim. Eh bu da güzel!
Peşlerine koşuşturup bizi yoranlar mı? Bunları bir bir saymaya gerek yok. Ama herkeste ortak olan bağımlılıklar var: Meselâ rahatlık tutkusu, meselâ şöhret, meselâ cinsellik, meselâ sahte benlik… Bunlara ilişkin beklentilerimizin aksiyle tokatlandığımız o kadar çok örnekler var ki!
Tam sağımda bu yörenin en yakın zirvesi. Hâlâ oraya çıkamadığıma hayıflanıyorum. Bir yükseklik tutkusu elbette. Bu da dünyaya bağlayanların en masumu. Değil mi ki hâlâ içimde onun üzüntüsünü yaşıyorum. Oysa, çıksam ne olacak ve çıkmasam ne olacak? İşte hayalen o tepedeyim ve etrafı seyrediyorum. Fırsat bulup çıkarsam o zaman değerlendirmeyi daha iyi yaparım.
Şehir uzaktan görünüyor. İyi ki o kalabalıkların ağırlığından uzağım. Kalabalıklar, nefes nefese koşuşturmalar ve bir o kadar anlamsızlıklar bir cenderedir benim için. İyi ki şimdi bana bir tahttan daha yumuşak gelen bu taşın üzerinde oturuyorum ve arılar, sinekler, kelebekler ve çiçeklerle baş başayım.
Tabiat büyük ve ardı arkası kesilmeyen sayfalarla dolu bir kitaptır; hem okuyabilen için huzur veren bir kitap. Sırf okumak, huzuru, bizi her şeyin kaynağına ulaştıran huzuru bulmak için çevremizin sessiz ve güzel yerlerine programlar düzenlemeli. O sessizlikte bizim iç sesimizi daha net duymuş oluruz. Meselâ mehtaplı bir gecede kendini dinleyen var mı? Gökyüzü geceleyin daha anlamlıdır. Gündüzün gürültüsü iç sesimizi bastırır. Gece iç konuşmaları çok daha etkilidir.
Aynı yerden yer karanlığı ile gökyüzü çok daha benzer bir şekilde görünüyor. İnsanlar yeryüzünü elektrik lambalarıyla gökyüzüne benzetmişler. Ha elektrik lambası, ha yıldız lambası. Birinden insan nefesi duyuluyor ve diğerinden katıksız İlâhî güç. Ama her ikisini de İlâhî san'atın bir tezahürü olarak sayabiliriz. Sera Gölü karanlıkta da güzeldir. Şimdi aşağımda işte. Yakamozcukları da var. Ay bir bölümünü boydan boya ışığa boğmuş. Elektrik lambaları ile etrafı ışıklanan Sera Gölü dar boğaza doğru uzandıkça zifiri karanlık ona uzun bir kuyruk oluyor.
Geceleyin gezmek insana tatlı bir ürküntü verirken, bir taraftan da güçlü varlığın himayesine girildiğinin rahatlığını bahşediyor. Gökyüzü sonsuz ve karanlık sonsuz… Sonsuzlukta sonsuz güç insana daha yakın ve insan o gücü daha çok arar. Çıplak gözle bile görülen son-suzluk. Gökyüzü ile uğraşanların bu gücün farkında olmaları bundan. Yeryüzü ve gökyüzü çok çok düşünceye dalacağımız iki zenginlik!
Sera Gölü’nün çevresinin karanlığından da selâm…
|