DTP lideri Ahmet Türk’ün Türk Silahlı Kuvvetleri’ne yönelttiği suçlama oldukça ağır. Türk, 30 Ağustos resepsiyonuna DTP milletvekillerini davet etmeyen Genelkurmay’ı “bölücülük”le itham ediyor.
Ordu’nun DTP’yi, PKK’nın legal-siyasî uzantısı olarak gördüğü açık. PKK terörü ile mücadele ederken çok sayıda şehit veren Silahlı Kuvvetler’in kendi mensuplarının ruhuna ve duygularına tercüman olduğu da ortada. Askerler, terör ve siyaset arasında kurdukları sebep sonuç ilişkisine göre DTP üzerinden PKK’ya karşı tavır koymuş oluyorlar. Yüksek komuta kademesinin, sıcak çatışma içindeki personelinin moralini yüksek tutmak, motivasyonunu artırmak için böyle bir tutum içine girmesi, askerlik mesleğinin gereklerine uygun görünüyor.
Yine de ortada sonuçları itibarıyla açıklanması zor bir durum var. Anayasal nizam içinde halkın oyunu alarak, devlet içindeki egemenliği kullanan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin üyesi sıfatı kazanan DTP’li milletvekillerinin, diğerlerinden farklı bir muameleye tabi tutulması “normal” bir durum değil. Çünkü bu ayrımcılığın muhatabı, o milletvekillerinin şahsında onlara oy veren vatandaşların tamamı. O zaman Ahmet Türk’ün “bölücülük” ithamını ciddiye almak zorundayız.
Gerçekte sorun nerede?
Sorun askerin siyasetin içinde olmasında. Çözemediğimiz sorunların, lüzumsuz gerginliklerin arkasında hep bu gerçek duruyor. Silahlı güç ile siyaset arasındaki geçişkenlik sorun çözme yeteneğimizi azaltıyor. Askerin terörle mücadeleyi azim ve kararlılıkla sürdürebilmesi için, PKK’ya karşı sert bir tavır koyması mantıklı. Aynı şekilde demokratik siyasetin de DTP’nin Meclis’teki mevcudiyetinden istifade ederek Türkiye’nin etnik sorununa çözümler bulması, bunun için çareyi Ankara’da arayan DTP’lilere en azından “normal” davranması gerekiyor. Birincisinin disiplin ve hiyerarşiyi; ikincisinin de özgür bir ortamı ve çoğulculuğu koruması gerekiyor. Sorun, disiplinli ve hiyerarşik bir yapıda olması gereken silahlı gücün, özgürlükçü ve çoğulcu demokratik siyasete kural getirmeye kalkmasından kaynaklanıyor.
Sapla samanı birbirinden ayırmamız lâzım. Siyaset üzerinde hak ve yetki iddiası olan bir ordunun ne kendine ne de ülkeye hayrı olmaz. Askerin siyasete müdahalesi demek, yaşadığımız tecrübelerin gösterdiği üzere ülkeye korkuların, güvensizliklerin egemen olması demek. Çünkü asker için elzem olan disiplin ve hiyerarşi, üreten, rekabet eden ve gelişen bir toplum için diri diri mezara girmek demek. Toplumda var olan çoğulculuğun uyumunu aramak yerine tekdüzeliğin zoraki hakimiyeti o mezarın içinde yaşamaktan farksız.
Meclis Başkanı, DTP’lileri Meclis’in 1 Ekim ve 29 Ekim resepsiyonlarına davet edeceklerini açıkladı. O zaman şu sorunun cevabını aramalıyız. Türkiye’nin yakıcı etnik sorununun çözümüne TSK’nın DTP’lilere karşı ayrımcı tutumu herhangi bir katkı sağlayacak mı?
Tekrarlıyorum: Sorun TSK’nın DTP’lilere yaklaşımı değil. Sorun askerin siyasî alandaki ağırlığından kaynaklanıyor. Bir gerçeği artık öğrenmeliyiz. Devlet içindeki egemenliği ve bu egemenliğe dayanan görev ve sorumlulukları yerine getiren kurumlar birbiriyle rekabet etmek için değil, işbölümü içinde birbirini tamamlamak için vardır. Biri diğerinin yetkilerine göz dikerse veya onu engellemeye ve iş yapamaz hale getirmeye çalışırsa sonuçta ortada devlet diye bir şey kalmaz.
Türkiye’nin etnik sorununun üniter yapı içinde çözülmesi ve toplumsal entegrasyonun sağlanması gerekiyor. Bu sonuca birilerini dışlayarak değil, herkesin rıza göstereceği hukuk çerçevesinde mümkün olan en büyük ortak paydayı oluşturarak ulaşabilirsiniz. Demek ki demokrasi, artık millî birlik ve bütünlüğün de tek çaresi.
Hepimiz farklı çözümler üreten, kendi içinde rekabet ederek en iyiye ulaşmaya çalışan ve toplumun her rengini temsil eden siyaseti takip etmeliyiz.
31 Ağustos 2007
|