Bir genel seçime doğru gidiyoruz, ama ülkenin genel durumu hiç de iç açıcı değil. Özellikle 27 Nisan Bildirisi’nden buyana siyasette inisiyatif hükümetin elinden çıkmış görünüyor. Sanırım ‘28 Şubat Süreci’ne benzer bir durumla karşı karşıyayız. Hatırlanacağı gibi, 28 Şubat 1997 tarihli MGK Bildirisi o sürecin sadece başlangıcına işaret ediyordu, ama çoğu kimse ilk başta bunun farkına varamadı. Bu bildiriyle yeni bir dönemin başladığının farkına daha sonra, özellikle de RP-DYP koalisyonunun iktidardan uzaklaştırılmasıyla ve onu takip eden garip olaylar sayesinde varılabildi.
Bugün açık bir darbe öngörüsünde bulunanlar ve bunu arzulayanlar olmakla beraber, ben halihazırdaki gidişatın buna ‘ihtiyaç’ duyurmayacağı kanaatindeyim. Bu kanaatimin genel gerekçelerini geçen pazartesi günkü yazımda açıklamıştım. Bunlara bir de içine girdiğimiz ‘28 Şubat Süreci’ benzeri şartları eklemeliyiz. Bu ikisini bir cümlede toparlamak gerekirse: Türkiye’nin siyasal sistemi içinde silahlı kuvvetler zaten politik bir aktör olarak özel bir konuma sahip iken, 27 Nisan Bildirisi ve onu takip eden diğer gelişmeler askeri cenahın inisiyatifi ele geçirerek siyasal alanı doğrudan doğruya gözetim ve denetimi altına almasını sağladı.
Bu izlenimi doğrulayan birçok gelişme var: Hükümet adına konuşan Başbakan’ın gündemdeki meseleler hakkında açık-seçik ve kararlı mesajlar vermediği dikkat çekiyor. (Bu cenahtan artık ondan başka kimsenin konuşmadığına veya konuşamadığına da dikkat ediniz). Başbakan o malum İstanbul-Harbiye buluşması hakkında hiç bir açıklama yapmama konusunda Genelkurmay Başkanı’yla birbirimize söz verdik diyor ama, o mutabakat her nasılsa sadece Başbakan’ın elini tutuyor, ama maşaallah askeri cenah hiç durmuyor.
Nitekim, o tarihten buyana Genelkurmay adeta hamle üstüne hamle yaparken, Başbakan kendinden veya ne yapması gerektiğinden emin değilmiş gibi bir izlenim veriyor. Hatta zaman zaman, ‘Ben kabile şefleriyle görüşmem’ sözünde olduğu gibi, ‘asker ağzı’yla konuştuğu da oluyor. Başbakanın milletvekili aday listelerinin de o buluşma veya görüşmenin etkisi altında hazırlandığı söyleniyor ve doğrusu olup bitenlere bakınca bu pek de yabana atılacak bir ihtimal gibi görünmüyor.
Askeri cenah hükümeti en çok da terör ve Kuzey Irak’a harekat konusunda ‘sıkıştırıyor.’ Genelkurmay, internet bildirileri ve sözlü beyanlarla, hükümetin bu yakıcı meseleye kayıtsız kaldığı, göreve hazır olan silahlı kuvvetlere siyasi destek sağlamadığı ve böylece ülkenin neredeyse sahipsiz kaldığı havasını yaygınlaştırmaya çalışıyor. Büyük medyanın katkısı sayesinde elhak bunda başarılı da oluyor.
Tuhaf bir şekilde, 27 Nisan bildirisinden sonra terörrist saldırılarını artıran PKK önderliği de bu işe katkıda bulunuyor, hatta demokratik kurumlara güvensiziliği pekiştirme çabasına asıl katkıyı PKK’nın yaptığı bile söylenebilir. Sanıyorum ki, PKK’nın izlediği strateji, seçimlerden sonra da Kürt meselesindeki asıl muhtabın parlamentodaki muhtemel bir Kürt milletvekilleri grubu değil kendisinin olduğunu göstermek veya hatırlatmaktır. Ama öyle de olsa, bu strateji halihazırdaki AKP karşıtı ‘ulusal/cı’ stratejiyle aynı sonucu doğurmaktadır.
Ben yine de bu ‘ulusal/cı’ stratejinin fiili bir darbenin şartlarını hazırlamaktan ziyade, milletin ‘gözünden düşmüş’ bir AKP’nin seçimlerden mağlup çıkmasını sağlamak ve CHP’nin, ama özellikle de MHP’nin oylarını artırmak -onun barajı aşarak Meclise girmesini sağlamak-amacına yönelik olduğunu sanıyorum. Öyle görünüyor ki, hedef, AKP’nin dışlandığı, hatta aşağılandığı bir ortamda, statükocu güçlerin programını uygulayacak bir CHP-MHP koalisyonunun kurulmasıdır.
Star, 11.6.2007
|