|
|
|
Gidişat iyi değil |
Bir genel seçime doğru gidiyoruz, ama ülkenin genel durumu hiç de iç açıcı değil. Özellikle 27 Nisan Bildirisi’nden buyana siyasette inisiyatif hükümetin elinden çıkmış görünüyor. Sanırım ‘28 Şubat Süreci’ne benzer bir durumla karşı karşıyayız. Hatırlanacağı gibi, 28 Şubat 1997 tarihli MGK Bildirisi o sürecin sadece başlangıcına işaret ediyordu, ama çoğu kimse ilk başta bunun farkına varamadı. Bu bildiriyle yeni bir dönemin başladığının farkına daha sonra, özellikle de RP-DYP koalisyonunun iktidardan uzaklaştırılmasıyla ve onu takip eden garip olaylar sayesinde varılabildi.
Bugün açık bir darbe öngörüsünde bulunanlar ve bunu arzulayanlar olmakla beraber, ben halihazırdaki gidişatın buna ‘ihtiyaç’ duyurmayacağı kanaatindeyim. Bu kanaatimin genel gerekçelerini geçen pazartesi günkü yazımda açıklamıştım. Bunlara bir de içine girdiğimiz ‘28 Şubat Süreci’ benzeri şartları eklemeliyiz. Bu ikisini bir cümlede toparlamak gerekirse: Türkiye’nin siyasal sistemi içinde silahlı kuvvetler zaten politik bir aktör olarak özel bir konuma sahip iken, 27 Nisan Bildirisi ve onu takip eden diğer gelişmeler askeri cenahın inisiyatifi ele geçirerek siyasal alanı doğrudan doğruya gözetim ve denetimi altına almasını sağladı.
Bu izlenimi doğrulayan birçok gelişme var: Hükümet adına konuşan Başbakan’ın gündemdeki meseleler hakkında açık-seçik ve kararlı mesajlar vermediği dikkat çekiyor. (Bu cenahtan artık ondan başka kimsenin konuşmadığına veya konuşamadığına da dikkat ediniz). Başbakan o malum İstanbul-Harbiye buluşması hakkında hiç bir açıklama yapmama konusunda Genelkurmay Başkanı’yla birbirimize söz verdik diyor ama, o mutabakat her nasılsa sadece Başbakan’ın elini tutuyor, ama maşaallah askeri cenah hiç durmuyor.
Nitekim, o tarihten buyana Genelkurmay adeta hamle üstüne hamle yaparken, Başbakan kendinden veya ne yapması gerektiğinden emin değilmiş gibi bir izlenim veriyor. Hatta zaman zaman, ‘Ben kabile şefleriyle görüşmem’ sözünde olduğu gibi, ‘asker ağzı’yla konuştuğu da oluyor. Başbakanın milletvekili aday listelerinin de o buluşma veya görüşmenin etkisi altında hazırlandığı söyleniyor ve doğrusu olup bitenlere bakınca bu pek de yabana atılacak bir ihtimal gibi görünmüyor.
Askeri cenah hükümeti en çok da terör ve Kuzey Irak’a harekat konusunda ‘sıkıştırıyor.’ Genelkurmay, internet bildirileri ve sözlü beyanlarla, hükümetin bu yakıcı meseleye kayıtsız kaldığı, göreve hazır olan silahlı kuvvetlere siyasi destek sağlamadığı ve böylece ülkenin neredeyse sahipsiz kaldığı havasını yaygınlaştırmaya çalışıyor. Büyük medyanın katkısı sayesinde elhak bunda başarılı da oluyor.
Tuhaf bir şekilde, 27 Nisan bildirisinden sonra terörrist saldırılarını artıran PKK önderliği de bu işe katkıda bulunuyor, hatta demokratik kurumlara güvensiziliği pekiştirme çabasına asıl katkıyı PKK’nın yaptığı bile söylenebilir. Sanıyorum ki, PKK’nın izlediği strateji, seçimlerden sonra da Kürt meselesindeki asıl muhtabın parlamentodaki muhtemel bir Kürt milletvekilleri grubu değil kendisinin olduğunu göstermek veya hatırlatmaktır. Ama öyle de olsa, bu strateji halihazırdaki AKP karşıtı ‘ulusal/cı’ stratejiyle aynı sonucu doğurmaktadır.
Ben yine de bu ‘ulusal/cı’ stratejinin fiili bir darbenin şartlarını hazırlamaktan ziyade, milletin ‘gözünden düşmüş’ bir AKP’nin seçimlerden mağlup çıkmasını sağlamak ve CHP’nin, ama özellikle de MHP’nin oylarını artırmak -onun barajı aşarak Meclise girmesini sağlamak-amacına yönelik olduğunu sanıyorum. Öyle görünüyor ki, hedef, AKP’nin dışlandığı, hatta aşağılandığı bir ortamda, statükocu güçlerin programını uygulayacak bir CHP-MHP koalisyonunun kurulmasıdır.
Star, 11.6.2007
|
Mustafa ERDOĞAN
12.06.2007
|
|
|
Terörle mücadele böyle olmaz! |
Türkiye yaklaşık 30 senedir terör tehdidi altında. Ne yazık ki yeterince mesafe alınamadı, alınamıyor. Bir yerlerde hata yapıldığı aşikâr. Bir şeylerin ihmal edildiği gün gibi ortada. Ne var ki mesele hâlâ sağduyuyla konuşulamıyor; derin analizler ortaya konamıyor.
Demek ki bu hain süreçten ne bir ders-i ibret alınıyor, ne ders-i hikmet çıkarılıyor. Görünen o ki ilk düğme yanlış iliklenmiş. Çünkü terörle mücadele edilecekse çatlak ses çıkmaz. Terör bir virüs gibidir; musallat olduğunda vücut bütün azalarıyla alarma geçmek, kendini korumak zorundadır. Oysa bugün birileri, 30 senenin vebalini birinin üzerine yıkma telaşında. Herkes birbirini suçluyor. Bu anlaşılmaz tutum bölücü örgütün ekmeğine yağ sürüyor. Çünkü kitleler arası uçurumun derinleşmesini, öfkenin kabarmasını, nefretin yayılmasını planlayanlar onlar. Bu amacın iyi tespit edilmesi, teröre karşı asil duruşun ilk basamağıdır. Hain tuzak birliğimize, dirliğimize kastetmektedir. Bu mel’un maksada yarayabilecek her türlü açıklama ve eylemden sakınmak gerekmiyor mu?
Terörle mücadele milli bir meseledir, insanî bir mesuliyettir; bundan siyasi rant elde etmek, yapılabilecek en vahim hatadır. Çünkü otuz seneye yakın bir süredir süregelen terör olayının sorumlusu sadece siyaset değildir; olamaz da. Çünkü bölücü terörün başladığı andan bugüne kadar pek çok siyasi parti iktidara geldi. Maalesef meselenin künhüne vâkıf bir siyasi inisiyatif alınamadı. Hadisenin sosyal, ekonomik, kültürel boyutları hep ihmal edildi. Ancak her hükümet iyi niyetli bir gayretle hadisenin güvenlik boyutu üzerinde durdu. Çeşitli tedbirler aldı. Ancak terör durmadı, durmuyor. Hal böyle olunca herkes (evet asker, sivil, hükümet, medya demeden herkes) şapkasını önüne koyup düşünmek zorunda.
Terörle mücadele gibi hayati önemi haiz bir mesele söz düellosuna dönüştürülemez; dönüştürülmemeli. Yetkili mercilerin konuyu tartışacağı resmî platformlar var. Orada yapılması gereken değerlendirmeler, zımni şekva yapılıyormuşçasına medya huzurunda yapılmamalı. Dünyanın hiçbir yerinde böyle yapılmıyor çünkü. Hele genel seçimlere birkaç ay kalmış bir ülkede yetkililerin medya üzerinden terörle ilgili mesaj göndermesi yanlış anlaşılmalara müsait bir zemin oluşturuyor. Halk bu mesajların maksadını anlamakta zorlanıyor ve ister istemez “Terörle mücadele mi ediliyor, siyasi yıpratma politikasının zemini mi hazırlanıyor?” şeklinde vehimlere kapılıyor. Bu durum, hem teröre karşı verilen haklı mücadeleyi gölgeliyor hem de gereksiz yere kurumları yıpratıyor...
Medya, terörün siyasi yansımalarına fazlaca odaklanmış durumda. Cenaze törenine katılan kişilerin kimi daha çok yuhaladığını ya da kime daha çok ilgi gösterdiğini çetele tutarak ispat etmeye çalışıyor adeta. Bunun sonu yok ki! Densizin biri Başbakan’ı yuhalıyor, bir başkası da Cumhurbaşkan’nı. Bu saygısızlık yarın kime karşı sürdürülecek onu bilen de yok. Çünkü şehit cenazesinin başında siyaset yapılamaz. Şehitlik mukaddes bir mertebedir, siyasi amaçlara alet edilemez. Başbakanlar, cumhurbaşkanları, siyasi parti liderleri gelir-gider; ancak o makamları -milli hassasiyet ve bütünlüğe ihtiyaç duyulduğu bir dönemde yıpratmak- terörün hedefine boyun eğmektir. Devlet-halk uçurumunu derinleştirerek güven bunalımına yol açmamak gerekiyor. Tam bu noktada medyaya büyük sorumluluk düşerken, onun her türlü kriteri bir kenara bırakarak cenazelerden siyasi şov devşirmesi yanlış!
Son günlerde yaşananlar Türkiye’nin bir savaşa doğru sürüklendiğine dair kuşkuları artırıyor. Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt, geçenlerde fotoğrafın soğukluğunu ortaya koyarak, Kuzey Irak’ın eski Kuzey Irak olmadığını, artık arada başka devletlerin ve güçlerin de olduğunu ifade etti. Çok doğru. Terör örgütü içeride fink atarken, dışarıda bir savaş ortamının içine itilmek, Türkiye’yi büyük sıkıntılarla baş başa bırakmak anlamına gelir. Bu gerçek bu kadar netken savaş ihtimalini artıracak şekilde yayın yapmak kime ne yarar sağlayabilir? The Economist’in analizinde yer alan “PKK, Türkiye ile Amerika’yı karşı karşıya getirmek istiyor” tezine “PKK’nın iç ve dış destekçileri de öyle istiyor” cümlesini eklemekte fayda var. Hal böyleyken savaş tamtamları niçin çalınıyor medyada? ABD ile köprüleri yıkmak, AB ile ilişkileri bitirmek, yeni ittifaklar peşinde koşmak için mi?
Sözün özü şudur: Türkiye terörü mutlaka yenecek. Bu amansız ve imansız kavga, sadece askerî tedbirlerle baş edilecek kadar basit ve sathî değil. Meselenin eğitimden ekonomiye, sosyal ahenkten sportif faaliyete kadar uzanan geniş bir yelpazesi var. Sosyal ayrışmanın siyasi çatışmaya dönüştüğünü defalarca gördük, yaşadık; bir daha aynı acıyı çekmemeliyiz. Türkiye, aklıselimle, makul söylemlerle, gerçekçi projelerle, kuşatıcı ve birleştirici tedbirlerle terörün üstesinden gelmek zorunda. Sosyal dinamizmin uzlaşma kültürü buna yetecek kadar güçlüdür; yeter ki provokasyonlara, ajitasyonlara boyun eğilmesin! Türkiye’yi içe kapamak Türkiye’yi küçültmek demektir. O yüzden bu ülke akıbeti meçhul bir maceraya sürüklenmemelidir.
Zaman, 11.6.2007
|
Ekrem DUMANLI
12.06.2007
|
|
|
Büyükanıt’ın sözleri ve bildiri |
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt, geçen hafta perşembe akşamı Finlandiya Büyükelçiliği’nde bir resepsiyona katıldı. Burada
gazeteciler Orgeneral Büyükanıt’ın etrafını sardı ve onu her zamanki gibi soru yağmuruna tuttu.
Her zamanki gibi diyorum, çünkü Orgeneral Büyükanıt, her seviyede gazeteciyle güler yüzüyle konuşan ve soruları da cevapsız bırakmayan bir Genelkurmay Başkanı. Geçmişte gazeteciler Genelkurmay Başkanlarıyla böyle soru-cevap seanslarını bu sıklıkta yapamazlardı.
Neyse, yine her zamanki gibi Orgeneral Büyükanıt’a sınır ötesi operasyon konusu ve terörle mücadele soruldu. Büyükanıt da geçmişte verdiği cevapları tekrar etti büyük ölçüde. Ama bana göre bir farkla: Bölücü terörün 90’lı yıllardaki seviyesinde olmadığını, o seviyeye gelmesinin de beklenmediğini söyleyerek aslında bir anlamda ton düşürdü.
Ama aynı gece, üstelik gece yarısından sonra, kimi maddeleri Türkçe anlatım kurallarına çok da iyi uymayan ve bu sebeple de sanki alel-acele hazırlanmış izlenimi veren bir ‘açıklama’ Genelkurmay’ın web sitesine kondu.
Birincisi açıklamanın zamanlaması gerçekten tuhaf. Çok acil, vakit geçirmeksizin duyurulması gereken bir bildiri mi o bildiri ki geceyarısı konuyor siteye.
İkincisi, Genelkurmay Başkanı’nın birkaç saat önce PKK terörünün 90’lı yıllardaki seviyesinde olmadığını ve olamayacağını söylemesiyle bu bildirinin zamanlaması ve biçimi arasında acaba bir ilişki var mı?
Radikal, 11.6.2007
|
İsmet BERKAN
12.06.2007
|
|
|
Hükümetten beklediklerimiz |
Bu böyle gidemez. Türkiye “devleti ve milleti”yle birlikte “öznesiz” bir sürecin içindedir. Hiçbir ülke bu derece bir belirsizliği kaldıramaz. Dolayısıyla demokrasinin kuralları çerçevesinde “özne” olmaya talip olmuş olanın ortaya çıkıp bu belirsizliği bir an önce dağıtması şarttır.
Sözünü ettiğim “özne”nin hükümetten başkası olmadığını hatırlatmama gerek yok herhalde... Şu günlerde medyada, kahvehanede, orada burada nelerden söz ettiğimizi hatırlayın: “Seçim olacak mı?” / “Seçim sonuçlarına göre oluşacak hükümetin önü açılacak mı?”/ “Kuzey Irak’a girilecek mi?” / “Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından seçilmesini düzenleyen kanun yürürlüğe girecek mi?” / “Girmeyecekse Cumhurbaşkanı nasıl seçilecek” / “Yoksa Cumhurbaşkanı –asla- seçilemeyecek mi?” / “Şehit verilmeyen bir vatana ne zaman kavuşulacak?” / “Kitlesel karşı koyma refleksi süreci nasıl gelişecek?” vb.
Evet, bugün artık “devletçe ve milletçe” önümüzde duran bu benzeri sorularla yatıp kalkan bir topluma dönüştük. Bu böyle devam edemez...
Dolayısıyla “özne”, yani hükümet bir şeyler yapmalıdır... Toplumun (ya da isterseniz “Yüce Türk Milleti”nin) kafasındaki bu soruları hızla cevaplayıp toplumsal bilinci allak bullak eden büyük belirsizliği ortadan kaldırmalıdır. Bu görev herkesten önce ona düşer; tamam, iki ay sonra başka bir hükümet oluşacaktır ama hükümet halen iş başındadır.
“Öznesiz süreç”i özneli haline dönüştürmek, yani ülkenin gündemine hakkıyla hakim olmak –takdir edersiniz ki- “ameliyat” ve benzeri yersiz metaforlara başvurmakla altından kalkılabilecek kolaylıkta bir iş değildir. Hükümet bu çerçevede, “Polisin vazife ve selahiyeti”ne ilişkin –şaşkın bakışlarla izlediğimiz- düzenlemeler yerine önce kendi “vazife ve selahiyetini” hatırlayıp gerekeni bir an önce yapmalıdır.
Peki hükümet bu çerçevede neler mi yapmalıdır?
Onu ben bilemem; onun adı madem ki “hükümet”, ülkenin üzerine çöken bu ağır belirsizlik ve endişe havasını dağıtmayı da o bilecek ve gereken politikaları o belirleyecek. Ben sadece, bu “öznesiz sürecin” toplum için tahammül edilemez boyutlara hızla yaklaşmakta olduğunu söyleyebilirim.
Yeni Şafak, 11.6.2007
|
Kürşat BUMİN
12.06.2007
|
|
|
Genelkurmay basın açıklaması yapmasın |
Hiç eğip bükmeden söyleyeyim: 8 Haziran tarihli Genelkurmay Başkanlığı basın açıklamasının memleketin hayrına olduğunu sanmıyorum.
Ben özel sohbetlerim dahil, orduyu temsil eden bir makamın davranışını ilk kez eleştiriyorum.
Meslek hayatımın ilk yıllarında ordunun bir dairesinde çalıştım; ülkemin organizasyonu en iyi kurumunun ordu olduğu kanısına o günlerde vardım; bu kanımı her yerde tekrarladım. Bugün de ordumuzun, çağdaşlık ve gelişmişlik sıralamasında, en önlerde bulunduğuna inanıyorum.
Uzun yıllarımı, ülkemin yönetimiyle ilgili konuları anlamaya vermişimdir; bu yaşımda, 74’ümde de olup biteni izlemeye çalışmaktayım.
Bunları kişisel önyargılarımın ordu tarafında olduğu bilinerek, yazımın doğru okunması için yazıyorum.
Hangi nedenle olursa olsun, durumun koşulları neyi gerektirirse gerektirsin, askerin siyasal tercihlerini belli etmesinin sayılamayacak kadar çok sakıncalarını, Genelkurmay Başkanımızın bildiğine güveniyorum.
Önce, ‘Terörle mücadele konusunda sarsılmaz kararlılığa sahip’ ve ‘Bu tür saldırılara gereken cevabı vereceği tartışılmaz bir gerçek’ olanın, bütün kurumlarıyla devletimiz olduğunu bilmeliyiz, bu kararlılığı bir kuruma özgü ve o kurumla sınırlı görmemeliyiz.
‘Barış, özgürlük ve demokrasi gibi insanlığın yüksek değerlerini’, ‘terör örgütüne paravan olarak kullanan kişi ve kuruluşları’ bilmeyen veya karşılaşınca tanıyamayan var mı?
Doğru olmayan; ‘barış, özgürlük ve demokrasi gibi insanlığın yüksek değerlerini’ savunan herkesin, ‘terör örgütüne paravan’ olarak görülmesidir.
Terör için kullanılan araçların hiçbiri mazur görülemez; terörden yarar bekleyenin, ‘Demokrasi’ diyeniyle, silah atanı farklı değildir. Doğru; ancak demokrasinin gelişmesini isteyenleri, ‘terör paravanı’ ve ‘terör paravanı değil’ ayrımıyla değerlendirmeye mi başlayacağız? Bu ayrımı kim yapacak?
Demokrasi isteyenler, baştan bir ayrıma tabi tutulmadan, söylediklerinin özüyle değerlendirilmelidir. Terör de, irtica da demokrasiyi, değerlerinin özünü anlatarak savunmaz; sloganlar ve tekerlemelerle demokrasi istediğini söyler! Terörü de, irticayı da yenecek tek güç demokratik hukuk devleti olduğu için herkes, hukuku ve demokrasiyi savunanların yanında durmalıdır.
Açıklamada, “Ortaya çıkan ve giderek artan terör eylemleri, bu tür düşüncelerin (Türkiye Cumhuriyeti, ulusal ve üniter yapısının, çağdışı bir yapı olduğunu düşünen bir yaklaşımın) ve bunları dolaylı veya doğrudan destekleyenlerin çarpık düşüncelerinin çok açık bir göstergesi olduğu şüphesizdir” deniliyor.
Ben devletimizin bugünkü yönetim sistemiyle, Türkiye Cumhuriyeti’nin yönetilemeyeceğini, çağdaşlığa taşınamayacağını; yönetim sistemimizin temelden değişmesi, bugünkü katı merkezi sistem yerine, yerinden demokratik yönetimin kurulması gerektiğini onlarca yıldan beri yazmakta ve söylemekteyim. Bu topraklarda aynı görüşte olan sayısız insan yaşıyor.
Yerinden demokratik yönetimi ‘yanlış’ görenlerle çok karşılaştım, onların çoğunu bu görüşün ‘doğru’ olduğuna ikna ettiğimi sanıyorum.
Genelkurmay açıklamasının, benim yıllardır savunduğum bu görüşü de, ‘çarpık düşünce’ olarak nitelendirdiğini görüyorum! Çarpık mıdır? İnanamıyorum!
Söyleyeceğim son söz şudur: Açıklama, ikinci açıklamayla düzeltilemez; doğrusu bir daha kamu yönetimiyle ilgili ‘basın açıklaması’ yayımlamamaktır.
Radikal, 11.6.2007
|
Tarhan ERDEM
12.06.2007
|
|
|
Şimdi incir zamanı |
Bütün bu mayınlar, bombalar, saldırılar, operasyonlar, şehitler, ölü teröristler, kitlesel çağrılar, mitingler arasında, şöyle bir şey de oluyordu;
Türkiye, kaç yıldır zamanından önce uzattığı incir sepetini ABD’den esirger gibi yapıyordu.
23 Haziran 2003’ten beri ABD’ye Afganistan ve Irak “operasyonları” nda
Dostum, şuna “işgal” diyebilir miyiz!..
İşte işgalde “epey kolaylık” sağlayan “İncirlik hediyesi” nin son kullanım tarihi dolmak üzereydi.
Oysa bugüne kadar, sessiz sedasız, kafadan ve erken uzatılmıştı incir ağacımın dalları.
Lakin, 2007 ciddi çekişmeye, nazlanmaya, el enseye şahitlik ediyordu.
Bilirsiniz, umarım biliyorsunuzdur;
Dipsiz Kuyu öyle İncirlik’ten, işgallere payanda, halklara bomba, soğuk ve sıcak savaşlara meze olmasından, nükleer başlıklara yataklık etmesinden, hükümet(ler)in ve Genelkurmay’ın, mangalda kül bırakmazken dahi inciri asla ihmal etmemesinden pek hoşlanmaz.
O yüzden;
Meydanlar “anti-emperyalist” sloganlarla inlerken, “Acaba, bu hava içinde İncirlik’te de o muhalif çizgiye mi gelinmekte” diye düşünmek de mümkündü.
Düşünmek mümkün olabilir ama ondan emin olmanın “mümkünat” ı pek bulunmaz.
Çünkü, devletimizin sivil ve gayri sivil birimlerinin dünyası ABD’nin gezegen sisteminin aşırı dışına uğramaz.
Ancak şu kesin:
Bu kez İncirlik tepside sunulmadı; sepet ABD’nin koluna takılmadı.
Türkiye, bir şekilde, “İncirlik’te sürenin uzatılmayabileceği” havasını verdi.
Sanıyorum, “Ankara’nın sivilleri ve askerleri” de bu havayı vermekte ciddiydi.
ABD’liler de “havanın bozuk olduğunu” düşünmek ve ona göre davranmakta ciddiydi.
Genellikle şöyle bir bağlantı kuruluyor:
“Terörün artışı ve ABD’nin bir şey yapmayışı ile Türkiye’nin İncirlik’teki olumsuz (tavrı değil) havası doğru orantılıdır.”
Yani, İncirlik’teki ayak sürme sadece sonuçtur.
Düşünmesi belki daha zor ama, tersinden bir bağlantı, daha doğrusu “tavuk-yumurta-tavuk” döngüsü de mümkün:
“İncirlik pazarlığının uzaması, Türkiye’nin ayak diremesi ile terörün artışı doğru orantılıdır.”
Bir “sebep” gibi görünen terör, bu durumda bir sonuca, asıl önemlisi bir araca da dönüşür.
Belki doğru değildir; belki mayınlar
Şimdi Dışişleri, “İncirlik’te sürenin uzatılması” için, bakanların imzasına açılacak kararname taslağını hükümete iletti.
Sanılıyor ki, sadece Dışişleri’nin dahli, sadece hükümetin arzusudur.
Genelkurmay’a danışılmadan, Genelkurmay onaylamadan!
Olamaz tabii.
Demek ki, “İncirlik el ensesi” bitmek üzere.
23 Haziran’a kadar belki 10 günde daha çok şey olup bitecek.
Anladığım, “İncirlik çekişmesi” sürecinde, tabiri caizse Türkiye ile ABD bir nevi savaştılar.
Mecazi tabii; ama teşbihte de hata...
Mesele sadece mayının kahpeliği, terörün adiliği, onca hayatın yok olmasının vahşiliği değildi; “Türkiye’de bir üssün işgal rampası, bomba deposu, nükleer başlık mağarası” olması, yani bağımsızlık, insanlık adına ilkeler hiç değildi.
Bir etki alanı savaşında, Türkiye elindeki “İncirlik kozu” nu kullanmak isterken, ABD kimi, nasıl kullandı, ne kadar yakından veya ne kadar uzaktan kurdu, kurguladı acaba?
Bizim gibi düşünenler için İncirlik, tüm işgallere, soğuk ve sıcak savaşlara yataklığı ve nükleer silahlarıyla, emperyalizm yalakalığıyla ezeli bir yüz karasıdır.
Lakin, savaş ve iç savaşlara meyilli olup İncirlik’i ancak araç, koz diye kullananların böyle temel bir derdi, ilkesi olabilir mi hiç!
Sabah, 11.6.2007
|
Umur TALU
12.06.2007
|
|
|
|