Önce basın için hazırlanan andıç... Sonra darbe günlüğü...
Ve nihayet sivil toplum örgütleri hakkında yapılan çalışma...
Bir süredir bunları Nokta dergisinden okuyoruz. Tabii ki en önemlisi günlük.
Bir emekli komutana ait olduğu iddia edilen bu günlüğün içinden düpedüz darbe girişimleri geçiyor.
Tarihler var, isimler var, toplantı notları var, hazırlık çalışmaları var, power point sunumlar var...
Komutan günlüğün kendisine ait olmadığını savunuyor. Üstüne Genelkurmay Başkanı, darbe planlarına ilişkin Genelkurmay arşivinde hiçbir belge, hiçbir iz bulunmadığını söylüyor. Ve bizden de her şeyi unutmamız bekleniyor. Bu kadar basit mi? Bu kadar basit olabilir mi?
Askeri ya da sivil yargı, günlüğü, günlükteki iddiaları araştırmayacak da neyi araştıracak? Komutanın, ‘Benim değil’ demesi, Genelkurmay Başkanı’nın, ‘Arşivde yok’ demesi, bu günlüğün gerçek olmadığını kanıtlamaya yeter mi? Pankart açanlara, slogan atanlara, görüş belirtenlere, rapor hazırlayanlara, roman, biyografi yazanlara dava açıldığı bir ülkede darbe iddiaları için dava açılmayacak mı?
Peki ya darbe girişiminin hedefindeki hükümetin Dışişleri Bakanı’nın, “Biz bu iddiaları basından çıkmadan önce biliyorduk. Bunlar devlette gerekli yerlere bildirilmiştir” demesi...Ya günlükte, darbe girişimlerine ‘takoz’ koyduğu için tu taka edilen eski genelkurmay başkanının şu sözlerini nasıl açıklayacağız: “Ne dersem diyeyim ataşe benzin dökmek gibi olur. Zamanı geldiğinde söylenir...Emekli oramiral, ‘Yapmadım’ diyor. İtibar edilmesi gereken odur. Ama karşı taraf da iddia ettiğine göre ona da saygı duyulmalı.”
Özetle söz konusu iddiaları bakan doğruluyor, eski genelkurmay başkanı yalanlamıyor. Başbakan da savcıları harekete geçmeye çağırıyor. Bir hukuk devletinde bu durumda bu iddialar araştırılmayıp da ne yapılacak?
Bakın aynı günlerde bir haber daha düştü önümüze. Görevli olduğu dönemde yargı üyelerini ‘hizaya getirmek’ için bir iki bomba attırdığını açık açık itiraf eden bir başka emekli komutan, beraat etti. Tam da bizzat öngördüğü gibi zamanaşımından. Böyle bir suçun zamanaşımı olabilir mi? Oluyormuş, olabiliyormuş demek ki.
Tüm bunlar yetmezmiş gibi Nokta dergisinin basıldığı haberi geliyor. Ne yapmış Nokta dergisi? Genelkurmay İstihbarat Başkanlığı’na ait bir iç yazışmayı kupürüyle birlikte yayımlamış. Belge, Türkiye’deki sivil toplum örgütlerinin askerin gözünden seceresini çıkarıyor...Yani, biri bu belgeyi hazırlıyor, biri sızdırıyor, Genelkurmay muhtemelen bu sızıntının izini bulmak için harekete geçiyor, polis de dergiyi bir güzel basıyor. Sonuçta kabak, haber verme işlevini yerine getiren Nokta dergisinin başına patlıyor. Bir basın organına handiyse örgüt muamelesi yapılıyor. 2007 yılında bunun yolu yordamı bu mu olmalı?
Büyükanıt, geçen haftaki basın toplantısında uzun uzun TSK’yı yıpratmaya yönelik faaliyetlerden bahsetti. Peki ya tüm bu iddialar, yayımlanan belgeler, izlenen yöntemler, TSK’yı yıpratmaya yönelik olduğu ileri sürülen faaliyetler karşısında TSK’nın takındığı tutum da yıpratmıyor mu TSK’yı?
Haluk Şahin, cumartesi günkü yazısında, Nokta’nın başına gelenler üzerine, kendi genel yayın yönetmenliği sırasında başından geçen benzer bir vakayı anımsatıp şöyle noktalıyordu yazısını: “Aradan 24 yıl geçtikten sonra dün Nokta bürosunda gene polisler vardı. Az gitmiş uz gitmiş ve nereye gelmişiz!” Hakikaten öyle mi? Ben bu satırları yazarken Nokta dergisinde hâlâ polisler var. Tüm bu demokratikleşme süreci, günün birinde sert bir tokatla uyanacağımız, bir hayalden mi ibaret yoksa?
Radikal, 16.4.2007
|