Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 17 Nisan 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Biri yazmış, biri sızdırmış, biri kızmış, biri de basmış

Önce basın için hazırlanan andıç... Sonra darbe günlüğü...

Ve nihayet sivil toplum örgütleri hakkında yapılan çalışma...

Bir süredir bunları Nokta dergisinden okuyoruz. Tabii ki en önemlisi günlük.

Bir emekli komutana ait olduğu iddia edilen bu günlüğün içinden düpedüz darbe girişimleri geçiyor.

Tarihler var, isimler var, toplantı notları var, hazırlık çalışmaları var, power point sunumlar var...

Komutan günlüğün kendisine ait olmadığını savunuyor. Üstüne Genelkurmay Başkanı, darbe planlarına ilişkin Genelkurmay arşivinde hiçbir belge, hiçbir iz bulunmadığını söylüyor. Ve bizden de her şeyi unutmamız bekleniyor. Bu kadar basit mi? Bu kadar basit olabilir mi?

Askeri ya da sivil yargı, günlüğü, günlükteki iddiaları araştırmayacak da neyi araştıracak? Komutanın, ‘Benim değil’ demesi, Genelkurmay Başkanı’nın, ‘Arşivde yok’ demesi, bu günlüğün gerçek olmadığını kanıtlamaya yeter mi? Pankart açanlara, slogan atanlara, görüş belirtenlere, rapor hazırlayanlara, roman, biyografi yazanlara dava açıldığı bir ülkede darbe iddiaları için dava açılmayacak mı?

Peki ya darbe girişiminin hedefindeki hükümetin Dışişleri Bakanı’nın, “Biz bu iddiaları basından çıkmadan önce biliyorduk. Bunlar devlette gerekli yerlere bildirilmiştir” demesi...Ya günlükte, darbe girişimlerine ‘takoz’ koyduğu için tu taka edilen eski genelkurmay başkanının şu sözlerini nasıl açıklayacağız: “Ne dersem diyeyim ataşe benzin dökmek gibi olur. Zamanı geldiğinde söylenir...Emekli oramiral, ‘Yapmadım’ diyor. İtibar edilmesi gereken odur. Ama karşı taraf da iddia ettiğine göre ona da saygı duyulmalı.”

Özetle söz konusu iddiaları bakan doğruluyor, eski genelkurmay başkanı yalanlamıyor. Başbakan da savcıları harekete geçmeye çağırıyor. Bir hukuk devletinde bu durumda bu iddialar araştırılmayıp da ne yapılacak?

Bakın aynı günlerde bir haber daha düştü önümüze. Görevli olduğu dönemde yargı üyelerini ‘hizaya getirmek’ için bir iki bomba attırdığını açık açık itiraf eden bir başka emekli komutan, beraat etti. Tam da bizzat öngördüğü gibi zamanaşımından. Böyle bir suçun zamanaşımı olabilir mi? Oluyormuş, olabiliyormuş demek ki.

Tüm bunlar yetmezmiş gibi Nokta dergisinin basıldığı haberi geliyor. Ne yapmış Nokta dergisi? Genelkurmay İstihbarat Başkanlığı’na ait bir iç yazışmayı kupürüyle birlikte yayımlamış. Belge, Türkiye’deki sivil toplum örgütlerinin askerin gözünden seceresini çıkarıyor...Yani, biri bu belgeyi hazırlıyor, biri sızdırıyor, Genelkurmay muhtemelen bu sızıntının izini bulmak için harekete geçiyor, polis de dergiyi bir güzel basıyor. Sonuçta kabak, haber verme işlevini yerine getiren Nokta dergisinin başına patlıyor. Bir basın organına handiyse örgüt muamelesi yapılıyor. 2007 yılında bunun yolu yordamı bu mu olmalı?

Büyükanıt, geçen haftaki basın toplantısında uzun uzun TSK’yı yıpratmaya yönelik faaliyetlerden bahsetti. Peki ya tüm bu iddialar, yayımlanan belgeler, izlenen yöntemler, TSK’yı yıpratmaya yönelik olduğu ileri sürülen faaliyetler karşısında TSK’nın takındığı tutum da yıpratmıyor mu TSK’yı?

Haluk Şahin, cumartesi günkü yazısında, Nokta’nın başına gelenler üzerine, kendi genel yayın yönetmenliği sırasında başından geçen benzer bir vakayı anımsatıp şöyle noktalıyordu yazısını: “Aradan 24 yıl geçtikten sonra dün Nokta bürosunda gene polisler vardı. Az gitmiş uz gitmiş ve nereye gelmişiz!” Hakikaten öyle mi? Ben bu satırları yazarken Nokta dergisinde hâlâ polisler var. Tüm bu demokratikleşme süreci, günün birinde sert bir tokatla uyanacağımız, bir hayalden mi ibaret yoksa?

Radikal, 16.4.2007

Erdal GÜVEN

17.04.2007


 

Darbe olmadı, baskın da olmasın

Türkiye, 1999 tarihinde AB adaylık statüsünün kabul edilmesinden sonra 17 Aralık 2004 tarihine kadar artan bir ivmeyle demokratikleşme süreci yaşadı. 2004 sonrasında müzakere tarihinin alınmasıyla beraber, AB içerisinde İslam’a, Türkiye’ye yönelik menfi kamuoyu baskısı ve Kıbrıs meselesinde AB’nin verdiği sözleri yerine getirmemesi üzerine, Türkiye’de de AB ve demokratikleşme istikametindeki iradenin tavsamaya başladığı görüldü. AK Parti hükümetinin PKK terörünün de beslediği AB karşıtı bir perspektif taşıyan yükselen milliyetçi dalga karşısında tereddüt geçirmesi, anti-demokratik çevreleri teşvik etti.

TCK’nın 301. maddesinde etrafında gelişen “sivil harekatçıların” yıldırma eylemleri, Danıştay Baskını, Şemdinli olayları ve Hrant Dink’in katledilmesi, toplumsal gerilim hatlarının kırılması teşebbüsleriyle yürütülen bir “özel harp” harekâtına dönüştü. Şemdinli iddianamesini hazırlayan Savcı Ferhat Sarıkaya’nın Genelkurmay’dan gelen sert açıklamalardan sonra, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu tarafından meslekten men edilmesiyle özel harp operasyonlarının ancak yakalanabilen unsurlarının yargılanabileceği, onları sevk ve idare edenlerin “dokunulmaz” oldukları, yargı organlarına gösterilmiş oldu. Şemdinli olaylarında soruşturmayı sonuna kadar götüreceğiz diyen yürütme ve Şemdinli olaylarını soruşturma komisyonu oluşturan yasama organı da bu şekilde yargının hizasına getirilerek, “iyi çocuklara” dokunulamayacağı söylenmiş oldu. Ancak burada anlatılanların, ilk elde akla geldiği şekilde ne ölçüde merkezi bir iradenin kararıyla hayata geçtiği tartışmalıdır.

DOKUNULMAZ KAST

Buradaki “dokunulmazlık ve iyi çocuk olma hali”, bir emrin yerine getirilmesinden değil, bir kastın mensubu olmaktan kaynaklanmaktadır. Bu kastın içinde, bazen birbirlerinin canına da kasteden hiziplere ve cuntalara rağmen, bu hesabın görülmesi yasama, yürütme ve yargıya bırakılmamakta, bunun da ötesinde dışarıdan müdahaleye sert tepki gösterilmektedir. Bir kasta mensup olmanın raconu, işte budur. Bu noktada, henüz hizaya getirilemeyen basın ve sivil toplum kuruluşları devreye girmektedir. Henüz hizaya getirilemeyen, işbirliği yapılabilecek evsafa gelmeyen sivil toplum kuruluşları ve basın, bu kastın içindeki hesaplaşmanın sonucunu beklemeyi reddederek, işin en azından haber değeri olan yönüyle ilgilenmektedir. Haftalık Nokta Dergisi, bu bağlamda son birkaç haftadır, hikayenin çok önemli birkaç veçhesini haber konusu yaptı. İlk haberinde Genelkurmay’ın basını değerlendirdiği bir “andıç”ını yayınladı ki, bu andıç medyanın hizalanmasına yönelik bir operasyon hazırlığını ele vermekteydi. Nokta’nın ikinci fevkalade haber dosyası, Hilmi Özkök’ün Genelkurmay Başkanlığı döneminde hazırlanan iki darbe teşebbüsünü ayrıntılarıyla anlatmaktaydı. Bu dosya, bilhassa bu teşebbüslerde rol aldığı ortaya çıkan bir takım emekli generallerin bugün içinde yer aldıkları yeni teşebbüsleri akamete uğratmasının yanında, mevcut komuta kademesinden rahatsız olan bir hizbin varlığını açık ettiği için, ordu içindeki mücadeleyi kaybedenler kadar kazananları da rahatsız etmiş olmalı. Nokta dergisinin rahatsızlık yaratan üçüncü haberi, Genelkurmay Başkanlığı’nın işbirliği yaptığı “yararlı dernekler” uygulaması üzerinedir.

Bu haberlerin yayınlanmasından sonra, çok ciddi tartışmalar yaşandı. Bu tartışmalar, Türkiye’deki demokratikleşme sürecinin ve anti-demokratik odakların darbe teşebbüsünden Hrant Dink cinayetine kadar bir çok eylemin hâlâ Cumhurbaşkanlığı seçimleri sonrasında ortaya çıkacak güç dengesine kadar tehir edilmiş bir kararsızlık halesi içinde bulunduğunu gösteriyor. Yasama ve yürütme, bu haberlerde görülen gerçekleri tasvip etmediğini ve hatta savcıların bu iddiaları araştırması gerektiğini TBMM Başkanı ve Başbakan düzeyinde açıklamak ihtiyacını hissederken, bu haberlerde ortaya çıkan hukuk ihlalini yapan ve demokrasiyi tehdit edenlerin değil, haberi yapanların yargılanıyor olması sivil iradeye ve TBMM’ye meydan okuma anlamına gelmektedir. Yargının sessizliği, Başbakan’ı değil Genelkurmay Başkanı’nı dinlemesi ve işin askeri yargıya havale edilmesi, Şemdinli olaylarındaki tereddüdün veya pazarlığın maliyetini ortaya çıkarıyor.

BASKIN MİLAT OLABİLİR Mİ?

AK Parti’nin 2004 sonrası Cumhurbaşkanlığı seçimleri dolayısıyla sergilediği anlaşılan devletlu tavır, bugünkü güç dengesinin yolunu açmıştır. Şimdi bu haberler karşısında takınılan tavırlar, Cumhurbaşkanlığı seçimleri sonrası güçlerini muhafaza etmek yahut arttırmak isteyen çevrelerin mücadelesidir. Nokta Dergisi’ne yapılan baskın, bu bakımdan fevkalade önemli bir kırılmaya işaret etmektedir. DTP üzerinde bir süredir artan baskılar, şimdi İstanbul’da herkesin gözü önünde Nokta örneğinde basına yöneltilerek, hem tam anlamıyla hizalanamayan basın ve sivil toplum kuruluşlarına “anlaşılabilir netlikte” bir mesaj verilmekte, hem de yasama, yürütme ve yargıdaki yeniden demokratikleşme iradesi sindirilmek istenmektedir. Evet artık darbe olmamakta, ancak baskı ve baskınlar hâlâ olabilmektedir. Önümüzdeki sene 100. yılını idrak edecek olan 23 Temmuz 1908’de ilan edilen İkinci Meşrutiyet’i kutlamak üzere, 31 Ağustos 1908’de Milas’da yapılan törende sonradan Meclis Başkanı olacak Halil Menteşe’nin yaptığı konuşma, bugün Türkiye demokrasisi ve basın özgürlüğü bahsinde hâlâ bir ufuk olarak önünde durmaktadır:

“Kanun-u Esasi nedir? Bize ne bahşediyor, diyeceksiniz. Kanun-u Esasi millete hukukunu veriyor. Vazifesini tayin ediyor. Vergi ve aşar vesaire namı altında hükümete verdiği paraların toplanması ve sarf suretini tahkik etmek selahiyetini veriyor. Ahali bu işleri görecek adamlarını, vekillerini kanun-u mahsusunda gösterildiği veçhile intihab edecek. Vekillerinizin mezuniyet vermediği paralar sarf edilmeyecek. Hırsızların, mürtekiplerin, alçakların soya soya, çeke çeke dibini kuruttukları keseleri doldurmak için ıslahat yapılacak. Boş keseler dolacak, çıplak vücutlar örtülecektir. Zira devletin asıl hazinesi, milletin kesesidir. Hiçbir memur ammenin işini görmek için rüşvet vesair suretle para alamayacak; kanun dairesinde işinizi görmeye mecbur olacaktır. Alan olursa serbesti matbuat ilan edildiğinden gazetelerle yazılacaktır. Çünkü gazeteler bundan böyle adab-ı umumiyeye dokunmayan her şeyi yazabileceklerdir. Kanunun tayin ettiği sebep ve suretten başka bir suretle hiçbir memur evlerimize giremeyecektir. Haydi arkadaşlar bağıralım: Yaşasın vatan. Yaşasın millet. Yaşasın hürriyet.”

Nokta Dergisi’ne yapılan baskı ve baskın, Türkiye’nin 1999-2004 yıllarında yaptığı demokratik ilerlemenin geriletilmesine yönelik 14 Nisan’da Ankara’da gerçekleşen yürüyüşle beraber düşünülmesi gereken bir yeni “hamle” mi olacak, yoksa Türkiye’nin birinci sınıf bir demokrasi olmasına yönelik “hâlâ umudumuzun varlığını” gösterecek bir sivil ve demokratik tepkiye mi yol açacak? Türkiye’nin önündeki soru ve sorun budur...

Yeni Şafak, 16.4.2007

Dr. Murat YILMAZ

17.04.2007


 

Cumhuriyet, laiklik ve toprak bütünlüğü yetmiyor

Türkiye’nin temel sorunlarından biri de hiç kuşkusuz bir grup siyasetçi ya da siyasete meraklı kişinin ülkemize yönelik minimalist, ufuksuz tasavvurları.

14 Nisan Cumartesi günü Ankara Tandoğan meydanında büyük bir gösteri yapıldı ve bendeniz de bu gösteriyi kısa aralıklarla da olsa televizyondan ve ertesi gün de gazetelerden izledim ve edindiğim temel izlenim cumhuriyetçiliği tekellerine almak isteyen bu kesimin minimalist tavrı.

***

Mitingde üzerine vurgu yapılan tüm kavramları laikliğin korunması, cumhuriyete yönelik tehlikeleri berteraf etme ve toprak bütünlüğümüze göz dikenleri yıldırma başlıkları altında toparlamak mümkün.

Ve bu üç kavramı yani cumhhuriyet, laiklik ve toprak bütünlüğü kavramlarını ve adeta sadece de bunları politikalarının ve sloganlarının merkezi haline getiren grupların önümüzdeki dönemde bir siyasi yapı altında birleşmelerine yönelik bir talep de dile getiriliyor.

Benim de, şayet bu ülke insanının özlemlerini bir parça da olsa biliyorsam, böyle bir siyasi hareketin başarı şansının sıfır mertebesinde olacağını söylemem lazım.

***

Cumhuriyet bizlerin 1923 yılında tanıştığı ve yönetim erkinin babadan oğula geçmediği bir rejime verilen isim ve bilebildiğim kadarı ile ben bu ülkede bu tanım çerçevesinde cumhuriyet kavramına karşı kimseyi ne duydum, ne de gördüm. Toprak bütünlüğü hedefi de yine 1923 senesinde ulaşılmış bir aşama hatta daha sonra Hatay’ın ilhakı ile daha da genişlemiş. Laiklik meselesi de, fiilen 1923’de, anayasal olarak da 1937’de gelinmiş bir aşama.

***

Yani, birileri 2007 senesinde bir siyasi muhalefet cephesi oluşturmak istiyor ve temel politika çizgileri ve hedefleri, bu ülke insanının 84 sene önce, yani 1923’de kazandığı değerler ve ilkeler.

Hedef olarak 84 sene önce kazanılmış değerleri koymak ne demek?

Yine aynı insanlar da Cumhuriyet’imizin yüzüncü senesi yani onaltı sene sonrası için Cumhuriyet’in, laikliğin ve toprak bütünlüğünün korunmasını temel hedef çizgisi olarak gösterebiliyorlar.

***

İşte ufuksuzluk ve tasavvur fukaralığı olarak niteleyebileceğim manzara tam da bu.

Bir siyasi çizgi düşünün ki, temel hedefler manzumesi olarak, 84 sene önce kazanılmış ve kanımca da yerleşmiş değerler bütününü ortaya koysun ve daha iyi ve daha özgür yaşamaktan başka beklentisi pek olmayan geniş kitlelere demokratik olarak yaklaşabilsin.

Bunun yapılabilir bir proje olmadığı ortada.

Cumhuriyet, laiklik ve toprak bütünlüğü bu ülke insanlarının çok ama çok büyük bir kesimi için zaten çok değerli ama kazanılmış, artık üzerinde polemik yapmaya bile gerek olmayan vazgeçilmesi de düşünülemeyecek değerlerdir.

***

Ama aynı çok geniş kitleler 21. yüzyılda zaten çoktan yerleşik ve çok büyük çapta ortak değerler haline gelmiş Cumhuriyet, toprak bütünlüğü ve laiklik ile yetinmek istemiyorlar, Cumhuriyeti demokrasi ve daha etkin işleyen bir hukuk devleti ile taçlandırmak, misak-ı milli sınırları içinde ve laik bir devlet düzeni içinde yaşayan yurttaşların daha özgür, daha zengin, daha sağlıklı olmasını ve daha nitelikli de eğitim almasını da talep ediyorlar.

***

Sözün özü

2023 Türkiye’sini AB üyesi olmuş, kişi başına geliri, ortalama eğitim yaşı ve kalitesi, yaşam beklentisi AB ortalamalarına yaklaşmış bir Türkiye olarak hayal edenler yani minimalist (az olsun, benim olsun, arkamı da dünyaya döneyim) hedeflerin yerine maksimalist (hem çok olsun, hem benim olsun ama dünya ile de iç içe olayım) hedefler koyabilenler önümüzdeki dönemde Türkiye insanının taleplerine cevap verebilecekler.

Cumartesi günü Tandoğan’da ise hep minimalistler vardı.

Star, 16.4.2007

Eser KARAKAŞ

17.04.2007


 

Nokta dergisine reva görülen

Bir aydır Türkiye gündemine Nokta Dergisi mührünü vurdu. Önce andıçları yazdı. Nedendir bilinmez bazı gazete(ci)ler, “Yok böyle bir şey, uydurmadır” dedi. Ancak sonradan anlaşıldı ki bu ülkedeki gazetecilerin neredeyse tamamı “TSK karşıtı”, “TSK yanlısı” hatta “askerî müdahale karşıtı” gibi ifadelerle fişlenmiş. Askerî savcı andıçları doğruladı; ancak müphem bir ifadeyle meseleyi “sızdırma” noktasına kaydırdı. Sonrası spekülasyon... Geçen hafta Genelkurmay Başkanı da andıçların taslak olduğunu, kendisinin görmediğini, TSK karşıtı veya yanlısı gibi ayrımları kabul etmediğini söyledi.

Nokta, darbe günlüğü diye literatüre giren eski kuvvet komutanlarından Özden Örnek’e ait olduğu iddia edilen günlükleri yayınladı. Ardından 2004 yılında yapılması planlanan ve başını eski Jandarma Genel Komutanı Şener Eruygur’un çektiği iddia edilen darbe girişimlerini yazdı. Eruygur’dan tık yok. O dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök Paşa iddiayı zımnen doğruladı; en azından yalanlamadı ve “karşı tarafa da saygı duyulmalı” diyerek hukukî sürece dikkat çekti.

Sonuç nedir? Darbe iddiaları sorgulanacağına, Nokta Dergisi polis tarafından basıldı, iki gün boyunca didik didik arandı. Bu bir gözdağı mıdır, hukukî bir süreç midir; bunu şu aşamada tam bilmek mümkün değil. Ancak nahoş bir durum olduğu ortada. Bir derginin bilgisayarlarına el koymuş polis manzaraları, Türkiye’yi dünyaya rezil etmeye kâfidir. Düşünün; darbe girişiminden bahseden ve bu konuda henüz muhataplarından tekzip bile almamış bir dergi, sıkıyönetim manzarasını çağrıştıran bir tarzda baskın yiyor. Darbe teşebbüsünde bulunduğu iddia edilen emekli komutan “sivil toplum örgütü başkanlığı” yapıyor ve bu ülkenin adalet sistemi buna “Gel bakalım darbe teşebbüsü suçtur; buna tevessül ettin mi?” diye sormuyor.

Nokta’ya yapılan baskın bütün meslek örgütlerinin tepkisiyle karşılaştı. Basın Konseyi, Gazeteciler Cemiyeti, Çağdaş Gazeteciler Derneği... Hepsi de yapılanın yanlış olduğunu; bu görüntünün Türkiye’ye yakışmadığını söyledi. Bu durum sadece meslekî dayanışma açısından değil; demokrasimizin gelişmesi bakımından da önemli. Çünkü “darbe müteşebbisleri”nin yargılanmadığı bir ülkede darbe iddiasına sayfalarında yer veren bir derginin hesaba çekilmesi kaygı verici bir durumdur...

Zaman, 16.4.2007

Ekrem DUMANLI

17.04.2007


 

Sezer ne diyor?

ÇAĞIMIZDA ilk defa bir cumhurbaşkanı, ülkesinde rejimin tehlikede olduğunu söylüyor! İstikrar ve düzenin ülkeler için stratejik bir değer haline geldiği bir çağda, bir cumhurbaşkanı “Benim ülkemde rejim tehlikededir” diye alarm veriyor!

Rejim tehlikede! Ne demek bu? Rejim savaşı demek, kamplaşma, kutuplaşma, çatışma demektir.

Sezer’in bu alarme edici sözleri, “Anayasa fırlatma” olayından çok daha ağırdır. Bu defa öyle bir krizi tetiklemedi; çünkü Türkiye’de Kemal Derviş reformlarıyla başlayan ve tek partili iktidarla devam eden politikalar ekonomiyi eski kırılganlığından kurtardı.

Ayrıca, Sezer’in ideolojik tavrı bilindiği gibi, nihayet süresini doldurmuş bir cumhurbaşkanının veda konuşmasıydı bu.

Bütün bu sebeplerle, konuşmasının ekonomide bir krizi tetikleyici etkisi olmadı.

(...)

Türkiye böyle bir sosyal ve ekonomik gelişme düzeyine sahiptir; geriye gidilerek otoriter rejim kurulamaz. Türkiye’nin bu yapısal düzeyini bilimsel verilerle bildikleri içindir ki ekonomik dinamikler Sezer’in “tehlike” alarmını tınmadılar bile!

Ama ısrarla Türkiye’de rejimin tehlikede olduğu mesajı verilirse, ülkeyi ‘yönetilemez’ hale getirecek bir kutuplaşma ve istikrarsızlığa yol açılırsa bunun ekonomiyi nasıl sarsacağını düşünmek bile insana dehşet veriyor.

TOTALİTER BİR KAVRAM

Sayın Sezer’in konuşmasında “ekonomik büyüme, yatırım, teknoloji, rekabet” gibi çağdaş kavramlar hiç mi hiç yoktu! Sayın Sezer “tüm yurttaşların taraf olması gereken devlet ideolojisi” dediği ideolojiye öyle inanmış ki Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasal değerlerinin, demokrasinin, laikliğin, hukuk devletinin, özgürlüklerin sağlam bir zemine dayanması için nasıl bir ekonomik ve sosyal yapı gerektiğini düşünmüyor bile! Sadece demokrasilerde değil, modernleşme ve ekonomik gelişmeye bağlı olarak belli ölçüde çoğulculaşmış Türkiye gibi toplumlarda “tüm yurttaşların taraf olması gereken devlet ideolojisi” savunulamaz! Bu totaliter bir anlayıştır! Bu kavramı meşrulaştıran bir tek demokrasi ve hukuk klasiği gösterilemez! ‘En hakiki mürşit bilim’ ise, Sayın Sezer böyle bir kaynak göstersin, biz de öğrenelim! Sezer’in kendi siyasi itikadını “devlet ideolojisi” diye yüceltmesi, onu sadece “tarafsızlık”tan değil, “toplumsal gözlem”in gerektirdiği nesnellikten de uzaklaşmıştır.

Sezer’in konuşmasında elbette isabetli yönler de teknik açıdan eleştirilecek yönler de vardı. Ama temel sorun, bakış açısının toplumsal dinamiklere değil, “ideolojik” önyargılara dayanmasıydı. O zaman somut verilerle, teknik bilgilerle tartışmak mümkün olmuyor, fayda etmiyor.

Milliyet, 16.4.2007

Taha AKYOL

17.04.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004