Yargı reformundan söz açılmışken, benim kanaatimce, Türk yargısının en temel sorunu zihniyet sorunudur. AB’ye uyum paketlerinin başına gelenlerin gösterdiği gibi, bu sorunun da öyle kurumsal reformlarla, kanunları değiştirmekle ortadan kalkması ne yazık ki mümkün değil. Zihiyet sorununun üstesinden gelmek için hem çok zamana, hem de ondan önce böyle bir sorunun varlığının kabul edilmesine ihtiyaç var.
Bu sorunun kökünde yargıçların çoğunun kendilerini hukukun tarafsız uygulayıcısı olarak değil de neredeyse idare ajanı gibi görmeleri yatmaktadır. Anayasa’nın mahkemelere Türk milleti adına yetki kullanma onuru vermiş olmasına rağmen, ne yazık ki bu böyledir. Çünkü yargıçlarımız devletten bağımsız bir milleti tasavvur edemiyorlar.
Bu devletçi dünya görüşünde devlet iyiyi yemsil eder ve bu iyiyle uyumlu olmayan, sivil olarak nitelendirebileceğimiz her tezahür bozguncu sayılır. Aslında bu zihniyette sivil diye bir nosyonun kendisine, devlet karşısında özerk bir varlık alanı olarak toplum tasavvuruna yer yoktur. Bizim sivil toplum dediğimiz şey yargıçlarımıza genellikle bozgunculuğu, başıbozukluğu ve devlete yönelik bir tehdit potansiyelini çağrıştırır.
Bu zihniyet özgürlük karinesini, kanunsuz suç olmaz ilkesini ve suçsuzluk karinesini de içselleştirmeye elverişli değildir. Özgürlük karinesi ona yabancıdır, çünkü özgürlüğü insan olarak varoluşumuzun aslî bir unsuru olarak değil de bir devlet bağışı olarak görür. Özgürlük karinesine yabancı olduğu için de bu devletçi mantık ne kanunsuz suç olmaz ilkesini ne de suçsuzuluk karinesini içselleştirebilir. O özgürlüğün değil de yasağın esas olduğuna inanır. Öyle olmasaydı, ceza normlarındaki belirsizlikleri, çoğu durumda olduğu gibi yeni suçlar ihdas etmek için kullanmak yerine, beraat gerekçesi yaparlardı.
Yargıçlarımız eğer suçsuzluk karinesini ciddiye alsalardı, pek çok örnekle sabit olduğu üzere, suç isnadıyla karşı karşıya kalan sanıklara kendilerinin masum olduklarını ispatlama külfeti yüklemez, suçluluğun kanıtlanmasının mahkemenin kendisinin işi olduğu bilinciyle hareket ederlerdi. Öyle yapmıyorlar, çünkü -dediğim gibi- özgürlüğü aslî bir değer olarak görmüyor, sivil olanın tabiatı icabı bozguncu olduğunu düşünüyorlar. Ayrıca, devletçi zihniyetleri onları, suç isnadının devlet adına yapılmış olmasını başlı başına bir suçluluk kanıtı gibi görmeye itiyor. Bu arada, ateş olmayan yerden duman çıkmaz diyen sezgilerine de çok kere neredeyse kanıt değeri yüklüyorlar.
Bu ve benzeri zihniyet sorunları yanında, yargı uygulamamızda çok ciddî bir okuduğunu anlama problemi de var. Öyle mahkeme kararlarına rastlıyoruz ki, bu ifade veya ibareden nasıl böyle bir anlam çıkarılmış diye hayretler içinde kalabiliyoruz. Şahsen benim bazan saçımı başımı yolasım geliyor. Özellikle de suç teşkil ettiği iddia edilen ifadelerde mecaz, teşbih, kinaye gibi söz sanatları kullanılmışsa, mahkemelermizin bu gibi ifadeleri doğru okuyacaklarından hiç emin olamayız.
Bu sorunun eğitim sistemimizin genel yapısıyla ve özel olarak da hukuk eğitiminin özelliğiyle ilgili olduğu açıktır. Zihniyet sorununun da elbette kültürel bir arka planı var, ama hiç şüphe yok ki hukuk eğitimimiz de bu devletçi zihniyeti yeşerten bir unsurdur. Onun için, eğer sahiden yapılacaksa, yargı reformunun hukuk eğitiminden başlaması gerekiyor.
Star, 21.3.2007
|