Türkiye’de onyıllardır süren bir mücadele, bir rekabet var. Tarafları sayıda ve güçte asimetrik olan bir mücadeledir bu. Turgut Özal’dan beri son epizodunu yaşayan bu mücadelede yeni bir dönemece giriliyor. Peki nedir bu mücadele ve kimler arasındadır?
Türkiye’deki mücadele Balkanlar ile Anadolu arasındaki mücadeledir. Kültürel olarak tanımlanmış iki sınıf koalisyonunun mücadelesidir. Bir tarafta etnik olarak Türk olmadıkları halde Türklüğü benimseyip genelleştirenler, diğer tarafta etnik olarak Türk oldukları halde üzerlerine özel tanımlanmış bir Türklük empoze edilenler var. Bir tarafta Batılılar, sözümona laikler ve göçmenler var, diğer tarafta Anadolulular, dindarlar ve yerliler var. Bir tarafın başkenti Çanakkale, Tekirdağ, Beşiktaş ve İzmir’dir. Diğer tarafın başkenti Üsküdar, Kayseri, Erzurum ve Diyarbakır’dır.
Bir tarafta devleti kuranlar var, diğer tarafta üzerlerine devlet kurulanlar var. Bir tarafta kuralları koyan, imtiyazlı bir azınlık var, diğer tarafta kurallara maruz kalan mahrum bir çoğunluk var. Bir tarafta “laik cumhuriyet” söylemi, diğer tarafta ise “gerçek demokrasi” isteği var. Bir tarafta Batılılaşma adı altında sömürgeleşmeyi içsellestirmiş ve bunu çoğunluğa otoriterlik ile benimsetmeye çalışanlar, diğer tarafta Ücüncü Dünya ülkelerinin bir zamanlar verdiği türden “özgürlük ve bağımsızlık” mücadelesi verenler var. Bir taraf “halksız bir cumhuriyet”i, diğer taraf demokrasi yoluyla halklanmış bir cumhuriyeti istiyor. Bunlardan ilki halksız bir baş, ikincisi ise başsız bir halkı temsil ediyor.
Bir tarafta Türkleşmiş ve Türkleştiren göçmen komitacı milliyetçiliğin Balkanlar ve Kafkaslardan gelen gruplardan kurulu koalisyonu var. Öbür tarafta yeni-Türkleşmeyi reddeden ama asıl Türklüğü kabul edilmeyen Türkler (Anadolu Türkleri) ile değişik mağdurlardan (Kürtler vd) oluşan koalisyon var. Bu ikinci sınıf bazen kendisini “zenci Türkler” olarak da tanımlayabiliyor. Beyaz Türkler ile Zenci Türklerin oluşturdukları koalisyonlar zaman içinde değişebiliyor. Türkiye bir suredir, dindarlar ile milliyetçilerin bir tarafta liberaller ile Kemalistlerin diğer tarafta olduğu bir dönemden, dindarlarla liberallerin aynı koalisyonda olduğu ve bunlara karşı Kemalistler ve milliyetçilerin ortak hareket ettiği bir doneme girdi.
Bugüne kadar dış rüzgarlar (batılılaşma, modernleşme) birinci sınıfın çıkarlarına hizmet ediyordu. Bugün dış rüzgarlar (küreselleşme) onların imtiyazlarını ellerinden alıyor. İkinci sınıf birinci sınıfla aynı seviyeye gelsin istendiğinde bu talebin adı “irtica” oluyor. Ancak birinci sınıfın keyfi üstünlük ve baskısının adı ise çağdaşlık ve laikliktir.
Birinci sınıf bazen ikinci sınıftan insanları kontrollü olarak seçip sosyalleştirerek sayısal olarak yetmediği pozisyonlarda veya sembolik olarak istihdam edebilir. Ancak bu seçilip ödüllendirilenler ya bilinç altlarında ya da bilinçlerinde neye hizmet etmeleri gerektiğini öğrenirler.
Birinci sınıf toplumsal iktidarı, devletin demokrasinin elinin yetişmeyeceği bürokratik derinliklerini ve merkez medyayı elinde tuttuğu için ikinci sınıf mensupları en fazla müstahdem (çalışan) olarak görev alabilirler. Mesela, bir daktilograf kadar ufku olan bir devlet memuru Cumhurbaşkanı olabilir. Ancak Cumhurbaşkanlığı süresince halkının karşısına çıkamaz olmalı; onları her fırsatta aşağılamalıdır.
İkinci sınıf mensupları hakim ve mülk sahibi olamazlar. Mesela, asker olabilirler ama komutan olamazlar. Bunlardan komutan olmaya heveslenip de beyinleri sömürgeleşmeye direnenler temel haklardan mahrum kalacak şekilde ordudan atılırlar. İkinci sınıfın mensupları her zaman birinci sınıfın toplamıyla tek başına muhatap olurlar ve her seferinde yenilirler. Azınlık olmasına rağmen birinci sınıf, örgütlü bir iktidar ve şiddeti temsil ettiği için sayısal olarak kendisinden daha büyük ama politik olarak hadim edilmiş bir kitleyi her zaman yönetebilir. Bu, bir zamanların ağalık veya kölelik sistemlerindeki çelişki gibidir. Sadece bir efendi, köle olduklarını kabul ettikleri sürece yüzlerce köleye hükmedebilir. Türkiye’de ikinci sınıfın topluca hareket edebildiği nadir kanallardan biri demokrasidir. Fakat ne zaman halk yani ikinci sınıf demokratik secimler yoluyla kendisini iktidarın ortağı haline getirse, birinci sınıf yine az ve azınlık ama güçlü ve kurumsal iktidarını kullanarak ikinci sınıfı iktidarın sadece nesnesi ve muhatabı seviyesine geri gönderir. Bunu yapmak için elinde geniş bir araç yelpazesi bulunduğu gibi gerekirse ikinci sınıfın hep ikinci sınıf olarak kalması için bunları kullanır.
Çok yakında Türkiye’de belki de ilk kez halk kendi Cumhurbaşkanını kendi seçtikleri yoluyla seçecek. Fakat birinci sınıf buna razı değil. Birinci sınıfın seçip eline ev ödevi tutuşturduğu biri olsun isteniyor. Sadakati halka değil kendisini o görevde istihdam eden birinci sınıfa olan bir Cumhurbaşkanı gelsin isteniyor. İronik bir şekilde Cumhurbaşkanı (halkbaşı) birinci sınıfın istediği biri olursa, halksız bir bas olarak başsız bir halkı yönetecek ve sömürge mukadder çözülüşünü birkaç yıl daha geciktirmiş olacak.
Mücahit BİLİCİ
Michigan Üniversitesi Öğretim Görevlisi
Yeni Şafak, 21.3.2007
|