İstihbarat örgütleri ve polis, dünyanın her yerinde zaman zaman yer altı dünyasıyla ilişki kurar. Ya da en azından, yer altı dünyasından kimi isimleri, amaçları doğrultusunda kullanır.
Kullanılan bu isimler de, göreceli bir korunma elde edecekleri için, bu işe fazlasıyla hevesli olurlar. Ancak bu ilişki, ya da bağlantı; mutlak bir “sır” özelliği taşır. Ne kullanılan adamlar sıkıştıklarında, “Şu istihbarat örgütü için çalışıyorum” veya “Ben polisin muhbiriyim”, diye konuşabilirler; ne de devlet organları, bu adamları tanır ve sahip çıkar. Fakat bizde, işler böyle yürümüyor.
Önceleri, bu türden ilişkileri, “tahmin ederdik”. Fakat “Susurluk” sonrasında, tüm “pislikler” ortaya döküldü. Evet, önceleri bu türden ilişkileri, çok kuvvetli de olsa sadece tahmin ederdik. Yoksa. Abdi İpekçi’yi öldüren Ağca; bir kışla içindeki hapishaneden, elini kolunu sallaya sallaya çıkabilir miydi? İç ve dış bağlantıları olmasa, parayı nereden bulabilirdi? Önce turistik bir gezi yapar. Ardından İtalya’ya geçer ve Papa suikastına girişebilir miydi?...
***
Susurluk kazası, bu kirli ilişkilerin, “turmusol kağıdı” oldu. Bir polis müdürü, bir milletvekili ve uyuşturucu kaçakçılığından ötürü, kırmızı bültenle aranan bir kanun kaçağının, aynı arabada bulunmasının, açıklanabilir bir yanı yoktu. Hele daha sonraki ilişkilerde; “Kedi pisliğini örter gibi”, saklama çabaları ve yerli yersiz, Türkiye seninle gurur duyuyor” sloganları; TBMM’de en üst düzey ağızlardan, “Devlet için kurşun atan da yiyen de saygındır”, gibisinden münasebetsiz ifadeler, bu kirli ilişkilerin net görüntüleri oldu.
Fakat işler hiçbir zaman, son dönemlerdeki kadar ayağa düşürülmedi. İlk kez, Şemdinli olaylarıyla görülen karanlık ilişkiler, daha sonra Hrant Dink cinayetini izleyen süreçte, çok net bir biçimde ortaya çıktı. Ve nihayet, “Sauna Çetesi” adı verilen, çete yargılaması sürecindeki kimi iddialar, çok şaşırtıcı oldu. Şemdinli ve Hrant cinayetiyle ilgili olarak, çok yazdım. Bugün, İbrahim Tatlıses’in de bir biçimde bulaştığı Sauna çetesi çerçevesinde ileri sürülen garip iddiayı, dikkatlerinize sunmak istiyorum.
***
Çete’nin lideri Kasım Zengin’in avukatı Fatih Aktaş, çok ilginç iddialarda bulunmuş. Dile getirdiğine göre; çete üyesi olarak isimlendirilen insanların amacı, bir sivil toplum örgütü kurmakmış. Ve en ilginci, kurmayı planladıkları sivil toplum örgütünün adı, “Gençliğe Hitabe Vakfı” (!) imiş... Fakat beni asıl şaşırtan konu, Av. Fatih Aktaş’ın, çetenin lideri durumunda olan Kasım Zengin’in, “1997 yılından beri Emniyet İstihbaratı için, gayrı resmi ajan olarak çalıştığı ve organize suç örgütlerinin çökertilmesine katkısı olduğu”, iddiası oldu. İnsan utanır...
Fakat bu çete davasının sanıkları arasında; eski Emniyet Genel Müdür Vekili Ertuğrul Çakır, Özel Kuvvetler Kumandanlığı’ndan ihraç edilen bir yüzbaşı (Nuri Bozkır) gibi isimlerin de bulunması, insana, “Acaba mı?” dedirtiyor.
***
Başka ilginç gelişmeler de var. Örneğin Nuri Bozkır’ın Özel Kuvvetler Kumandanlığı’na ait eğitim CD’lerini verdiği belirtilen özel güvenlik şirketi sahibi Mustafa Aksoy, “Devletin gizli askeri bilgilerini açıklamaya azmettirme suçlamasıyla”, Genelkurmay Askeri Mahkemesi’nde yargılanmış ve beraat etmiş. Bir başka ilginç savunmayı, İbrahim Tatlıses’in orkestrasında çalan, Siyami Gündüzoğlu’nun avukatı yapmış.
Evinde, Kasım Zengin’in verdiği belirtilen bir Kalaşnikof tüfek bulunan Gündüzoğlu’nun avukatı; müvekkilinin, “Memur ve müzisyen” olduğunu dile getirdikten sonra, “silahı bilmeden aldığını”, iddia etmiş ve geri vermek istemesine karşın, Zengin’e ulaşmasının mümkün olmadığını söylemiş. Bir insan, koca bir Kalaşnikof tüfeği, bilmeden nasıl alır? Ben hâkim olsam, “Mahkemeyle alay ediliyor”, diyerek, ayrı bir dava daha açarım.
***
Hangi taşı kaldırsanız, altından bir başka pislik çıkıyor.
Bugün, 3.3.2007
|