Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 04 Mart 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Siyasî irade yeterli mi?

Olağanüstü bir sürecin 10. sene-i devriyesini 28 Şubat günü geride bıraktık. Bu ülkenin binlerce munis insanı o süreçte rencide edildi, mağdur edildi. (Mağduriyetin bir kısmı halen de sürmekte.)

O dönemin hatıralarda kalan izi yürek burkan cinsten. İnsanın yüzünü kızartan cinsten. İnsanı utandıran cinsten.

Demokrasi kültürümüz açısından sınıfta kaldığımız o dönemde çağdaş olduğunu zanneden kimi çevrelerin sergiledikleri tahammülsüzlük ise kahredici cinsten.

54. Hükümet iş başına geçince, bu hükümete sistemin bir yıl tahammül edebilmesi Türk demokrasisi açısından çok önemli bir aşama olacaktır diye yazmıştım.

Korktuğum oldu, hükümet altı ayını doldurmadan karşı hamle başlatıldı.

Zamanın başbakanının siyasi parti lideriyle teker teker görüşüp demokrasinin korunması istikametinde tavırlar geliştirmesini isterken hemen hepsi sırf muhalefet olsun diye ellerini ovuşturmuşlar ve demokrasiye yapılan müdahaleyi rakiplerini alt etmek adına göz yummuşlardı.

Sadece siyasiler değil aynı zamanda sivil toplum örgütleri de çeteler oluşturarak hükümete yani milli iradeye karşı tavır geliştirmişlerdi.

Medyamız da o dönemde çok kötü bir imtihan vermiş ve binlerce insanın mağduriyetini teşvik etmişti.

Olan bu memleketin munis insanlarına olmuş ve bu munis insanlar ilk fırsatta o dönemin siyasi aktörlerini sandığa gömmüş ve o dönemin mağdurları arasında yer alan, hapis yatan seçilme hakkı elinden alınan bir genel başkanın partisini iktidara taşımıştır.

Aradan geçen 10 yıl özellikle son 4 yıl içinde Türkiye demokratikleşme istikametinde çok önemli mesafeler kat etmiştir. Ama ülkenin olağanüstü süreçleri bir kez daha yaşamaması için gerekli olan demokratik yapı tamamlanmış değildir.

Bu yapının tamamlanması için benimsenen Kopenhag Kriterleri büyük ölçüde gerçekleşmiş ancak tekemmül ettirilmesi istikametindeki çalışmalar kimi ulusalcı yaklaşımlarla engellenmeye çalışılmaktadır.

Olağanüstü sürecin aktörleri şimdi de AB yolunu kesmek suretiyle Türkiye’yi dünyadan tecrit etme stratejisini geliştirmektedirler.

Bu süreçte yapılması gereken en önemli çalışma, medyanın ve sivil toplum örgütlerinin özgürlükler, demokrasi ve insan haklarının yanında durmalarıdır.

Sonraki pişmanlık fayda etmiyor. Beşli çete üyeleri bugün pişman olduklarını söylüyorlar.

Olağanüstü süreçte mağdur edilen binlerce insanın uğradığı mağduriyetini bu pişmanlık giderdi mi?

Bu pişmanlık o süreçte çöken ülke ekonomisini, talan edilen milyarlarca dolar ülke parasını yerine koyabildi mi?

Olağanüstü sürecin aktörleri hala kahraman olarak dolaşmıyor mu ortalıkta?

Mağdur edilen binlerce insanın hakkı talan edilen milyarlarca doların hesabı kime soruldu?

Evet medya ve sivil topum örgütleri ülkenin demokratikleşmesi istikametinde ciddi çalışmalar yapmalı ve demokratikleşmeyi gündemden düşürmemeli.

Bu bağlamda TÜSİAD’ın yayınladığı rapor bence çok önemli ve olumlu bir adımdır.

Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Zafer Üskül’ün kaleme aldığı, “Türk Demokrasisinde 130 Yıl (1876-2006):Prof. Dr. Bülent Tanör’ün anısına Türkiye’de Demokratikleşme Perspektifleri 10. Yıl Güncellemesi” başlıklı rapor (bazı eksikliklerine ve itirazlarıma rağmen) bu süreçte bir sivil toplum örgütünün atması gereken en olumlu adımdır. TÜSİAD gibi bir önemli sivil toplum örgütünün böylesi bir raporu hazırlatması ve kamuoyuna sunması demokratikleşme açısından gerçekten her türlü takdirin üstündedir.

Diğer sivil toplum örgütlerimiz de benzeri etkinliklerle ülkede demokratikleşmenin tekemmül etmesine katkıda bulunmalıdırlar. Bunlara medyanın da destek vermesi gerekir. Mesela TÜSİAD’ın bu raporuna medya hak ettiği ilgiyi göstermedi. Medyamızın bu raporu günlerce hatta haftalarca tartışması gerekiyordu.

Hülasa; 10 sene önce yaşanan olağanüstü süreç göstermiştir ki siyasi iradenin başarılı olması için mutlaka sivil toplum örgütlerinin ve medyanın desteğine ihtiyaç vardır.

Bugün de görünen o ki siyasi irade demokratikleşmeyi samimiyetle arzuluyor ama sivil toplumdan ve medyadan gereken desteği bulamıyor.

Olağanüstü sürecin izleri de bu yüzden bütünüyle silinemiyor!

Yeni Şafak, 3.3.2007

Resul TOSUN

04.03.2007


 

Tehlikenin farkında mısınız?

Bir ülkenin ilerleyebilmesi, geçmişteki değerlerini gelecekte de yaşatabilmesi, milli onuru ile ayakta durabilmesi biraz da yetişmiş, iyi eğitilmiş kadroların var olmasına bağlı. Türkiye bunun acısını geçmişte çok yaşadı.

Çanakkale Savaşı’nda binlerce iyi yetişmiş nitelikli insan gücümüz kıyıma uğramıştı. Bir başka ifadeyle Çanakkale, ülkenin okumuş, iyi yetişmiş kadrolarını şehit verdiği bir savaş olmuştu. Özellikle Sultan Abdülhamit döneminde başlatılan okullaşma kampanyalarıyla yetişen subay, mühendis, doktor, öğretmen gibi meslekleri olan gençlerin büyük bir bölümünü bu savaşta kaybettik. Ardından Kurtuluş Savaşı’nda verilen kayıpların oluşturduğu zafiyeti kapatabilmek Türkiye’nin on yıllarını aldı.

Bugün Irak da benzer bir tehlike ile karşı karşıya. Bütün dünyanın gözü önünde bir soykırımın yaşandığı Irak’ta her gün yüzlerce sivil ve masum insan bu ülkede yaşamanın bedelini canıyla ödüyor. Yüz binlerce kişi başkasının savaşının kurbanı oldu. Çocuk, yaşlı, genç, iyi eğitim almış fark etmeden ölüyorlar. Çağdaş dünya bunun hesabını verme konusunda hiç de oralı olmuyor. Bu dünyada yaşayan milyonlarca kişi tarafından milyonlarca defa sorulmuş şu soruya hâlâ cevap arıyorum: ‘’Irak’ta yüz binlerce insan niye öldü ve hâlâ niye ölüyor?’’

Bütün bunları düşünürken Zaman Gazetesi’nden Salih Boztaş bambaşka bir konuya dikkatlerimizi çekti. Irak’ta tam 205 öğretim üyesi faili meçhul suikastlar sonucu öldürülmüştü. Bunun anlamı şu: Toplumun en aklı başında olan, onlara önderlik yapacak isimler tek tek tespit edilip öldürülmüştü. Yani toplumun aklı öldürülüyordu. En son Kerkük Hukuk Fakültesi’nin Türkmen bir öğretim üyesi öldürüldü. Katledilenlerin çoğunluğu Sünni. Aralarında rektör, dekan ve bölüm başkanlarının da olduğu öğretim üyeleri mevcut Irak yönetiminin lakayt kalması nedeniyle UNESCO’ya başvurarak yardım istiyor. Salih Boztaş’ın 24 Şubat tarihli Zaman gazetesinde çıkan haberinde ayrıca şunlar yazıyordu: ‘’Bir araya gelerek haklarını korumak isteyen öğretim üyeleri, Iraklı Akademisyenler Birliği’ni kurdu. Ancak birliğin kurucularından Assam Kazır Er Ravi, 2006 yılının Ekim ayında üniversiteye giderken yolda durdurularak öldürüldü.’’

Suikasta uğrayanlar sadece akademisyenler değil. Doktor, subay ve pilotlar gibi değişik mesleklerden iyi yetişmiş insanlar da suikastla öldürülüyor. Irak-İran Savaşı’na katılan pilotlardan kaçmayı başaramayanların tamamı öldürülmüş. İnfazlar herkesin gözü önünde yapılıyor. Bazen de öldürdükten sonra semte gelerek caddenin ortasına cesedi bırakıyorlar. Doktorlara dönük de ilginç bir baskı var. Doktorlardan Kuzey Irak’a gidenler kurtuluyor. Gerisi aynen akademisyenlerde olduğu gibi bazen sokakta kimi zaman da hastasını muayene ederken öldürülüyor. Kuzey’deki Kürt bölgesinde ise doktorlar için rahat bir çalışma ortamı ve iyi bir maaş sunuluyor.

Irak’ta bu kirli savaşın ne zaman biteceği hâlâ belirsiz. Hâlâ milyonlarca insan, sebepsiz bu savaşın tehdidi altında. Nerede ne zaman patlayacağı belli olmayan bombaların, nereden geleceği asla kestirilemeyen kurşunların hedefi halinde. Ancak daha da tehlikelisi toplumun önderleri, entelektüellerinin öldürülmesi. Bu nedenle orada yaşayanların geleceği ciddi bir şekilde tehdit altında.

Bilmem tehlikenin farkında mısınız?

Zaman, 3.3.2007

Mehmet KAMIŞ

04.03.2007


 

Tuncer Kılınç yanlış yaptı

Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği ve Milli Savunma Bakanlığı Müsteşarlığı gibi kritik görevlerde bulunmuş olan Tuncer Kılınç Paşa ile Kanal B’de Nahit Duru ve Mithat Sirmen’in Başkent Oturumları programındaydık.

(...) Tuncer Kılınç’ın İslam üzerine söyledikleri beni şaşırttı. Paşa’nın, Türkçe ibadet ve Türkçe ezan gibi toplumun manevi alanına ait hassasiyetleriyle ilgili konuları gündeme taşıması yanlış oldu. Böylesi konuların tartışılması için uygun zaman, zemin ve platformu aramak ve üslubu iyi seçmek gerekir.

Kuşkusuz, emekli askerlerin dine ilişkin fikirleri olabilir ancak “yanlış anlamaya müsait” böylesi tartışmalar için olağanın ötesinde özen gerek.

Toplumsal dönüşüm ve yenileşme “eğer olacaksa” toplumun kendi dinamikleriyle gerçekleşir. Aksi açıklamalar, “müdahale” olarak adlandırılır bu da siyasetin doğal mecrasını değiştirir. Nitekim defalarca bu yaşandı.

Komuta kademesi müthiş özenli davranırken, emekli askerler, toplumun manevi dokusunu yaralayabilecek, “kopuş ve kırılma yaratacak” sözlerden kaçınmalıdır. Dinin nasıl yaşanacağına dair bireye yardımcı olacak kurum ancak devlete bağlı Diyanet İşleri Başkanlığı’dır.

İrtica ile en etkili mücadeleye gönülden destek vermek ülkemize borcumuzdur, ancak geniş halk kitlelerinin, mütedeyyin insanlarımızın yanlış anlamasına, Türk Silahlı Kuvvetleri’yle ilgili doğru olmayan intibalar edinmelerine yol açacak tartışmalardan herkesin; ama özellikle o üniformaları bir dönem gururla taşıyanların sakınmaları lazım.

Akşam, 3.3.2007

İsmail KÜÇÜKKAYA

04.03.2007


 

Bazı askerler, emekli olunca neden değişir?

7 inci Cumhurbaşkanı Kemam Evren’in, SABAH’ta başlayan ve ardından diğer gazetelerde devam eden, artçı deprem niteliğindeki sözleri çoğumuzu şaşırttı.

Evren paşayı hepimiz tanırız.

12 eylül darbesinin gerekçeleri içinde “Kürt sorununun giderek yaygınlaşması” da vardı. Biliyorum, zira Evren paşa bana, 12 Eylül kitabını yazarken anlatmıştı. Kürt konusunda son derece duyarlıydı. Kürt kelimesinin yazılmasını dahi istemezdi.

Evren paşa döneminde Diyarbakır hapishanesindeki uygulamaları da hepimiz biliyoruz. Öcalan bana, Diyarbakır hapishanesi sayesinde PKK’nın beklemedikleri sayıda katılımla karşılaştığını anlatmıştı. Diyarbakır hapishanesi, 12 eylül döneminde öylesine katı kurallarla yönetilmiş ve özellikle Kürtçülük nedeniyle tutuklananlara öylesine sert muamele yapılmıştı ki, yıllarca dillerden düşmemişti.

Evren paşa, sonradan Cumhurbaşkanı olduktan sonra da, Kürt sorunundaki aynı tutumunu sürdürdü.

Peki şimdi ne oldu da değişti ?

Benim çok dikkatimi çekmiştir. Askerlerimizin önemli bir bölümü, özellikle üniformayı taşıdıkları zaman başka, emekli olduktan sonra ise başka tutum alırlar. Bazılarının görüşleri hiç değişmez, ancak genelde hepsi bir dönüşüm yaşarlar. Acaba sivil elbiseler giymek ve sivillerle daha fazla temas etmekten dolayı mı, bilemiyorum.. Ancak, hemen hepsinde belirli bir değişim oluyor.

7 inci Cumhurbaşkanımızın son açıklamalarını hafife almıyorum. Aksine, çok önemsiyorum. Bu sözlerin , 90 yaşına merdiven dayamış bir şahsiyetin kafasına göre ortaya attığı yolundaki yorumları da kabul etmiyorum.

Sayın Evren’in ileri sürdüğü görüşlerin bazılarını, özellikle de Türkiye’nin eyaletlere ayrılması ve Kürtlere de bir eyaletin bırakılması ile ilgili görüşlerine katılmıyorum. Ancak bunların Türkiye’de artık tartışılması gerektiğine inanıyorum. Hem de korkmadan konuşabilmeliyiz.

Şimdiye kadar bir bölümümüz karnımızdan konuştuk. Zaman zaman gereksiz milliyetçilik gösterisine girdik. Oysa, iyi ve kötü yanlarıyla tartışılabilse, resmi ideolojinin dışına çıkan her tartışmaya ceza vermesek, toplum ne iyi neyin kötü olduğunu daha iyi anlayacaktır. Asıl, tartışılandan değil, tartışılmayanlardan korkmamız gerekir.

Posta, 3.3.2007

Mehmet Ali BİRAND

04.03.2007


 

Kirli ilişkiler

İstihbarat örgütleri ve polis, dünyanın her yerinde zaman zaman yer altı dünyasıyla ilişki kurar. Ya da en azından, yer altı dünyasından kimi isimleri, amaçları doğrultusunda kullanır.

Kullanılan bu isimler de, göreceli bir korunma elde edecekleri için, bu işe fazlasıyla hevesli olurlar. Ancak bu ilişki, ya da bağlantı; mutlak bir “sır” özelliği taşır. Ne kullanılan adamlar sıkıştıklarında, “Şu istihbarat örgütü için çalışıyorum” veya “Ben polisin muhbiriyim”, diye konuşabilirler; ne de devlet organları, bu adamları tanır ve sahip çıkar. Fakat bizde, işler böyle yürümüyor.

Önceleri, bu türden ilişkileri, “tahmin ederdik”. Fakat “Susurluk” sonrasında, tüm “pislikler” ortaya döküldü. Evet, önceleri bu türden ilişkileri, çok kuvvetli de olsa sadece tahmin ederdik. Yoksa. Abdi İpekçi’yi öldüren Ağca; bir kışla içindeki hapishaneden, elini kolunu sallaya sallaya çıkabilir miydi? İç ve dış bağlantıları olmasa, parayı nereden bulabilirdi? Önce turistik bir gezi yapar. Ardından İtalya’ya geçer ve Papa suikastına girişebilir miydi?...

***

Susurluk kazası, bu kirli ilişkilerin, “turmusol kağıdı” oldu. Bir polis müdürü, bir milletvekili ve uyuşturucu kaçakçılığından ötürü, kırmızı bültenle aranan bir kanun kaçağının, aynı arabada bulunmasının, açıklanabilir bir yanı yoktu. Hele daha sonraki ilişkilerde; “Kedi pisliğini örter gibi”, saklama çabaları ve yerli yersiz, Türkiye seninle gurur duyuyor” sloganları; TBMM’de en üst düzey ağızlardan, “Devlet için kurşun atan da yiyen de saygındır”, gibisinden münasebetsiz ifadeler, bu kirli ilişkilerin net görüntüleri oldu.

Fakat işler hiçbir zaman, son dönemlerdeki kadar ayağa düşürülmedi. İlk kez, Şemdinli olaylarıyla görülen karanlık ilişkiler, daha sonra Hrant Dink cinayetini izleyen süreçte, çok net bir biçimde ortaya çıktı. Ve nihayet, “Sauna Çetesi” adı verilen, çete yargılaması sürecindeki kimi iddialar, çok şaşırtıcı oldu. Şemdinli ve Hrant cinayetiyle ilgili olarak, çok yazdım. Bugün, İbrahim Tatlıses’in de bir biçimde bulaştığı Sauna çetesi çerçevesinde ileri sürülen garip iddiayı, dikkatlerinize sunmak istiyorum.

***

Çete’nin lideri Kasım Zengin’in avukatı Fatih Aktaş, çok ilginç iddialarda bulunmuş. Dile getirdiğine göre; çete üyesi olarak isimlendirilen insanların amacı, bir sivil toplum örgütü kurmakmış. Ve en ilginci, kurmayı planladıkları sivil toplum örgütünün adı, “Gençliğe Hitabe Vakfı” (!) imiş... Fakat beni asıl şaşırtan konu, Av. Fatih Aktaş’ın, çetenin lideri durumunda olan Kasım Zengin’in, “1997 yılından beri Emniyet İstihbaratı için, gayrı resmi ajan olarak çalıştığı ve organize suç örgütlerinin çökertilmesine katkısı olduğu”, iddiası oldu. İnsan utanır...

Fakat bu çete davasının sanıkları arasında; eski Emniyet Genel Müdür Vekili Ertuğrul Çakır, Özel Kuvvetler Kumandanlığı’ndan ihraç edilen bir yüzbaşı (Nuri Bozkır) gibi isimlerin de bulunması, insana, “Acaba mı?” dedirtiyor.

***

Başka ilginç gelişmeler de var. Örneğin Nuri Bozkır’ın Özel Kuvvetler Kumandanlığı’na ait eğitim CD’lerini verdiği belirtilen özel güvenlik şirketi sahibi Mustafa Aksoy, “Devletin gizli askeri bilgilerini açıklamaya azmettirme suçlamasıyla”, Genelkurmay Askeri Mahkemesi’nde yargılanmış ve beraat etmiş. Bir başka ilginç savunmayı, İbrahim Tatlıses’in orkestrasında çalan, Siyami Gündüzoğlu’nun avukatı yapmış.

Evinde, Kasım Zengin’in verdiği belirtilen bir Kalaşnikof tüfek bulunan Gündüzoğlu’nun avukatı; müvekkilinin, “Memur ve müzisyen” olduğunu dile getirdikten sonra, “silahı bilmeden aldığını”, iddia etmiş ve geri vermek istemesine karşın, Zengin’e ulaşmasının mümkün olmadığını söylemiş. Bir insan, koca bir Kalaşnikof tüfeği, bilmeden nasıl alır? Ben hâkim olsam, “Mahkemeyle alay ediliyor”, diyerek, ayrı bir dava daha açarım.

***

Hangi taşı kaldırsanız, altından bir başka pislik çıkıyor.

Bugün, 3.3.2007

Toktamış ATEŞ

04.03.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004