Bu ülkenin sıkıntıları var. Bu sıkıntılar sadece kararların nasıl alınacağına dair meşruiyet tartışmalarından, atanmış-seçilmiş, asker-sivil, çevre-merkez arasındaki gerginliklerden oluşmuyor.
Türkiye’nin somut sıkıntıları da var.
Tesettür meselesi, agresif laiklik anlayışı, Güneydoğu sorunu, kamu borçları ve mobil dış kaynaklara bağlı ekonomik kırılganlık, bu somut sorunların önde gidenleri…
Gerek bu somut sıkıntılar gerekse onların derinleştirdiği iktidar tartışmaları ya da saray çatışmaları, ülkeyi her an bir yol ayrımındaymış havası içinde tutuyor…
Türkiye’deki sert kutuplaşma ve çatışmaların derin anlamlarından birisi de işte bu “yol ayrımı iklimi”nden kaynaklanır.
Zira bu iklim, “atılan siyasi adımların geri dönülmez ve Türkiye’yi sert değişmelere sürükleyecek nitelikte olduğu inancı” üzerine oturur.
Bu ruh hali “siyasete duyulan güvensizlik” olarak da tanımlanabilir.
Nitekim siyaset etrafında, hatta siyaset adına siyaset karşıtlığının iliklerimize işlemesine yol açar.
Örneğin devletin ve devlet etrafında kümelenen grup ve aktörlerin dışa açılma zorunluluğu ile içe kapanma refleksi arasında gidip gelmesinin, bu gidip gelişin Türk siyasetini ve toplumu kökten etkilemesinin ana nedeni de buradan kaynaklanır.
Peki bu “derin anlam” kökünde ne yatar?
Asıl soru budur?
Bu derin anlam aslında başka iki gelişmenin sonucu olarak karşımızdadır...
İlk gelişme, Türk sisteminin modernleşme öyküsünün kritik aşamalarından birisini yaşamasıyla ilgilidir.
Başka bir deyişle, birbirinden ana çizgilerle ayrılmış olan toplumun çevresi ile (yani İslami kesim, Kürtler, gecekondular, vs) toplumun merkezi arasındaki mesafenin azalması, bu ikisi arasındaki temasların artmasına ilişkindir.
İdeolojik bir devlet aygıtının toplumsal merkezi kıskançlıkla koruduğu bir düzende, bu temasın, sentezden çok, yeni paylaşım kavgalarına, devlet ve kamusal alan kontrolu çatışmalarına yol açması; mevcut toplumsal mutabakatları altüst etmesi, toplumsal gruplar arasındaki ilişkileri gerginleştirmesi kaçınılmaz olur.
Nitekim Türkiye bugün toplumsal bütünleşme bunalımını ve siyaset krizini alabildiğine yaşıyor.
Devlet, bu krizin panzehiri olan değişimci yeni bir demokrasi anlayışını dışladıkça, bütünleşme politikasından çok çatışma politikasına saptıkça, otoriterleşiyor.
Otoriterleştikçe değişim, demokrasi, AB gibi meseleler iç politik kavgalarda karşı taraf haline getiriliyor.
Peki Türkiye bu “otoriterleşme öyküsü”yle neden bir yol ayrımına girmiş olsun?
Zira otoriter sistemlerin ömürleri, devletçilik ve popülizmle iç içe geçerek devlet kaynaklarını dağıtmada oynadıkları rolle belirlenir.
Ve Türk siyasal sisteminin, toplumun altındakileri en üste taşıyan, bir kesimden diğer ke-sime kaynak transferlerini sağlayan, patlamaları engelleyen, tepkileri şekillendiren, ilkeleri dışlayıp fayda üzerine kurulu siyasi kültürü devran mekanizması olan devletçilik ve onun türevi olan popülizm, bugün tarihinin en ciddi, aşılması en zor tıkanıklığını yaşamaktadır.
Yol ayrımı duygusunun arkasında yatan derin anlamı üreten ikinci gelişme de, budur...
Ancak bu duygu artık bir fiil aşamasına ilerliyor…
Yeni Şafak, 5 Ocak 2007
|