Birçoğumuz kendi hayatlarımızdan biliriz: Bir türlü yüzleşemediğiniz, yüzleşemediğiniz için de çözemediğiniz bir sorun; hayatınızdan çıkarıp atmak ve hiç yaşamamış gibi olmak istediğiniz bir zaman dilimi ya da kimsenin bilmesini istemediğiniz, tatsız kimi hatıralar...
Siz unutmak istedikçe sizi esir alırlar. Siz küçülsün, önemsizleşsin istedikçe kendi çaplarını da aşan bir şekilde büyür, hayatınızın meselesi haline gelir, her adımınızda ayağınıza takılır; sizi tökezletir, düşürürler. Düşmanlarınız için istedikleri zaman tekmeleyebilecekleri “yumuşak karnınız” olurlar. Ateşli gecelerinizde gördüğünüz kâbuslar gibi katlana katlana, büyüye büyüye, üzerinize üzerinize gelir, sizi nefessiz, kıpırtısız, çaresiz bırakırlar. Çoğu kez, bu kadar eza cefa çekmeye değecek bir şey de yoktur ortada... Bir hatanız, bir suçunuz olsa bile muhtemelen bu kadar büyük bir cezayı gerektirmiyordur. Bir cesaret, utanmayı sıkılmayı bir yana bırakıp, sorun neyse kendi içinizden çıkarıp orta yere koyabilseniz, ona, içinizdeki bir şeye bakar gibi değil de, sizden bağımsız, sizin dışınızda olan bir şeye bakar gibi bakabilseniz, birden çözümün o kadar da zor olmadığını, bunca yıl o kadar eziyeti boşuna çektiğinizi fark edeceksinizdir.
Ermeni meselesi bizim için tam olarak böyle bir kâbus haline gelmiş durumda... Ne konuyu kapatma, dünyaya unutturma, yok saydırma imkanımız var; ne de olup biten her ne ise, çekincesiz bir şekilde ortaya serip tartışacak cesaretimiz...
Bu sıkışmışlık içinde, her Allah’ın günü, bu defa hangi taraftan darbe yiyeceğiz; hangi ülke parlamentosundan soykırım yasası çıkacak diye elimiz yüreğimizde beklemekten yorgun düştük. Yıllar var ki, dünyanın dört bir yanındaki büyükelçilerimizin, temsilcilerimizin diplomasi adına tek yaptıkları şey, bu tip soykırım suçlamalarının önünü kesme faaliyeti haline gelmiş durumda. İlter Türkmen’in de yazdığı gibi, her yıl 24 Nisan’da ABD başkanlarının yayımladıkları mesajları merakla bekliyor, soykırım sözcüğünü kullanmadılar diye seviniyor, “olayın, dünyanın unutmaması gereken 20. yüzyılın en feci insani trajedilerden biri olduğunu, 1.5 milyon Ermeni’nin tehcir edildiğini ve kitle halinde öldürüldüğü”nü söylemelerini bile sineye çekiyor, hani neredeyse “bu yıl da ucuz atlattık” gibilerden derin bir nefes alıyoruz.
Öyle bir bela ki bu, işte, ABD seçimlerinde Bush’un uğradığı hezimete bile sevinemedik doğru dürüst. Sonuçlar ortaya çıktığından beri, varsa yoksa Nancy Pelosi için kaygılanıyoruz. Temsilciler Meclisi Başkanlığı’na seçilmesi beklenen Pelosi, malum Ermeni meselesindeki hassasiyetiyle tanınıyor ve Pelosi’nin başkanlığındaki Temsilciler Meclisi’nin önümüzdeki Nisan’da Meclis’ten “Ermeni soykırımı” nı tanıyan bir karar geçirmesine kesin gözüyle bakılıyor. Biz de şimdiden oturmuş kara kara düşünüyoruz; “stratejik müttefikimizden” böyle bir kazık yersek ne yapacağız, nasıl hazmedeceğiz, diye... Söyleyin Allah aşkına, böyle bir hayat çekilir mi?
Böyle bir eziyeti her gün çekmektense, “neyse halimiz çıksın ortaya, kim ne diyecekse desin, ne olacaksa olsun, ölüm yok ya ucunda” deyip ulu orta bir tartışma açmak, her şeyi ortaya dökmek daha rahatlatıcı değil mi?
Gördük ki, “tarihi tarihçilere bırakalım” demekle de çıkılamıyor işin içinden. Siyasetçiler başta olmak üzere kimse takmıyor bu “formülasyonu”. Ehh, kimsenin ağzı torba değil ki büzelim!
Şahin Alpay dünkü yazısında Hanioğlu’nun Zaman’da yayınlanan “Fransız Meclisi’ndeki Oylama Işığında Tarih, Siyaset ve 1915 Trajedisi” başlıklı makalesinin şu satırlarına atıf yapmıştı: “Tarihin tarihçilere bırakılması imkansız, siyasetin tarihi yorumlaması da kaçınılmazdır. Sorun siyasetin tarihi yorumlaması değil, kendi yorumunu tek gerçek halinde topluma dayatması, tartışılmasını yasaklamasıdır.” Hanioğlu’nun da dediği gibi, yasaksız, özgür bir tartışma ortamı, içinde bulunduğumuz bu sıkışmışlıktan kurtulmanın ve yeni siyasetler üretmenin tek yolu gibi görünüyor.
Unutmayın, tartışma sonucu ortaya çıkabilecek hiçbir durum şu andaki kâbustan; bir ülkenin kendi tarihinin tehdit ve şantajı altında rehin yaşamasından daha kötü olamaz.
Bugün, 15.11.2006
|