Bir efsanenin peşinde (1)
Osmanlı Avrupa’yı küçümsüyordu. Onun değerlerini, hayat tarzını, oturup kalkmasını, kısaca her şeyini hor görüyordu. Şüphesiz bunda Avrupalıları sürekli olarak mağlup etmesinin etkisi vardı. Fakat bütün etken bu değildi. Osmanlı medeniyet olarak da o zamanlar çok geri olan Avrupa’dan kendini üstün görüyordu.
Osmanlı bu düşünceyle Avrupalıların dillerini de öğrenmeyi küçümsüyor ve bunu evlâtlarına yaptırmıyordu. Tercüme odasında sadece gayr-ı Müslimler vardı. Ermeniler, Yahudiler, Rumlar v.s. Oraya Müslümanların girmeleri Osmanlı’nın gerilemesinden, Avrupa’ya karşı kaybetmesinden ve üstünlük duygusunun yerini aşağılık hissine bırakmasından sonradır. Ve tarihin garip bir cilvesi olarak Müslümanların girmeye tenezzül etmedikleri Tercüme Odasından sonraları Devlet-i Aliye’nin kaderini değiştiren—kimilerinin büyük dedikleri—sadrazamlar çıkacaktır.
Osmanlı’nın büyüklenmesi de aşırıydı, sonradan maruz kaldığı aşağılık hissi de. Önceleri Avrupa’yı hiç önemsemeyen, onu küçümseyen, gelen elçilerini padişahın kabul etmeye tenezzül etmediği, etse dahi onlarla konuşmayı zül saydığı Osmanlı, sonraları bir kısım seçkinleri eliyle eski rakibini neredeyse evliya mertebesine çıkaracak ve adeta onun ağzının içine bakar duruma gelecektir. Kültürleri ile övünen Osmanlıların ahir neslinden zikredilenler, zamanlarında ondan utanır duruma gelecek ve ilk Osmanlıların uğruna her şeylerini feda etmekten çekinmeyecekleri kültürlerinden—tarihin garip bir cilvesi olarak—torunları kurtulmak için can atacak, cedlerinin gurur ve iftiharla başlarında taşıdıkları kavuklarını torunları hatırlamak bile istemeyeceklerdir.
Şarktaki bu benlik kaybının esrarı hâlâ meçhuldur. Bütün medeniyetlerin yükseliş devirleri de olur, çözülüş devirleri de. Avrupa’nın da olmuş. 17. hatta 18. asra kadar Osmanlı galiptir, Avrupa mağlup. Osmanlı fatihtir, kazanandır, Avrupa kaybeden. Osmanlı ilerleyendir, Belgrad’a, Budin ve Bosna’ya kadar. Avrupa gerileyen. Osmanlı yönetendir Avrupa yönetilen. Sırbıyla, Yunan, Bulgar, Roman ve Karadağıyla Balkanlardaki bütün Avrupalılar reaya olmuşlardır. Yalnız bu uzun süreli ve ağır mağlubiyet ve üstünlük şarkta doğurduğu benlik ve kendi kültürüne düşmanlığı doğurmamış, Avrupalı fatihine âşık olmamış, onu taklide yönelmemiş ve kültürel bir erozyona uğramamıştır. Osmanlı onu iyi yönettiği ve mutlu ettiği sürece ona katlanmış, onu mutsuz etmeye başladığı andan sonra ondan kurtulma yoluna gitmiş ve hepsi de dindaşlarının yardımları sayesinde çeşitli zamanlarda bunu başarmışlardır.
İslâm üstünlüğü ve Müslüman galibiyeti Avrupalıların öz benliklerinde bir erozyona sebep olmamış, Avrupalılar Müslümanları taklide yönelmemiş, kendi değerlerini küçümseyip Müslümanların değerlerini tercihe gitmemişlerdir. Müslümanlar ise mağlubiyetlerinin sebebini hemen kültür ve medeniyetlerinde bulmuşlar, onu atmaya, ondan kurtulmaya çabalamışlar, yerine galiplerin kültürünü almaya ve hayatlarını baştan sona değiştirmeye çabalamışlardır. Şüphesiz bunu iyi niyetle, eski kuvvet ve kudretlerini tekrar elde etmek amacıyla ve tarihteki şanlı günlere yine dönme gayesiyle yapmışlar, ama bu yanlış girişim sadece iyi niyetle umulanı gerçekleştirememiştir.
Kültürlerini değiştirmek için çıktıkları yolda kabuğa takılıp kalmışlar, özü yakalayamamışlar. Dış görünüşü, giyim-kuşamı, âdab-ı muaşereti o medeniyete kudretini veren şey sanmışlar, onları taklide yönelmişler. II. Mahmud memurların sakallarını kısaltarak, onlara pantolon giydirerek ve vatandaş ile memurlarının başlarındaki sarık ve kavukları attırıp yerlerine fes giydirerek ıslahat yapılacağını sanmış. Tabiî bu sathî değiştirmeler özü ıslah etmemiş, kangrenli yara derinlerde tahribatına devam etmiş, sadece geçici bir süre için yaranın üstü makyajlanmış. Hiçbir şeyin değişmediğini ise Kütahya önlerine kadar gelen İbrahim Paşa ordusu ıslahatçı padişah ve etrafına ispat etmiş.
Milletler kültürleriyle yaşadıklarından, her şeylerini ona göre tanzim ettiklerinden ve onların hayatlarını kültürleri belirlediğinden kültürlerine çok değer verir, üzerine titrer ve adeta onun fanatiği olurlar. Ona yönelen bir tehdit öfkeye sebep olur. Ona indirilen darbeler mücadeleyi getirir. Hele Müslümanlarda bunun daha kuvvetli olması beklenir. Çünkü dinleri İslâm dolayısıyla onların durumları farklıdır. Ama maalesef bütün bu avantajlara rağmen Müslümanların kültürlerine indirilen darbeler umulan dirençle karşılaşmamış, Müslümanlar ellerindeki elmasın kıymetini bilmemişler, onu savunmak için canhıraş bir mücadele sergilememişlerdir. Bu şayanı dikkattir. Lakayt davranmışlar, kültürlerinde açılan gedikleri son hızla onarma yoluna gitmemişler, rakip ve düşman medeniyetin saldırılarına karşı umursamaz bir tavır takınmışlardır. Açılan gediklerin yürek ve benliklerindeki kuvvet ve kudreti alacağını, onların gitmesiyle onurlarını ve dünya üstündeki şerefli mevkilerini kaybedeceklerini anlamamışlardır.
Bu dirençsizlik ve teslimiyette hep “İslâmdan doğmuş olan medeniyet ve kültürlerinin gerilemelerinin temel sebebi olduğu’’ yanılgısı yatar. Acıdır, Müslümanları dünyanın gelmiş geçmiş en büyük fatihi yapan, kısa sürede onlara Hindistan’dan ta Endülüs’e kadar olan geniş toprakları mülklendiren İslâm, gerileme başlayınca, suçlu kürsüsüne oturtulmaktan kurtulamamıştır. Müslümanların İslâmiyetten dolayı gerilemedikleri, aksine İslâmiyetsizlikten, dinlerinin gereklerini tam yerine getirmediklerinden dolayı gerilemiş olduklarının pek fark edilmeyen hakikat olması ise oldukça hazindir.
Bazı Müslüman devletler ilerlemek, muasır medeniyetler seviyesine yükselmek, hatta onları geçmek için yegâne ilâcın batılılaşma olduğuna inandılar. Ve bu inançları doğrultusunda hızla faaliyetlere geçtiler. Her tökezlemede ‘’ilâcımız yanlış olabilir, bir de onu inceleyelim’’ diyeceklerine, tökezlemeyi dozajın azlığına verip onu arttırmaya koyuldular. Bu susamışın susuzluğunu gidermek için deniz suyunu içmesi gibi bir şeydi. İçilen oranda susuzluk artıyor, susuzluk arttıkça içme ameliyesine daha da hız veriliyordu.
–Devam edecek–
|
Mehmet ÇINAR
16.11.2006
|