Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 12 Kasım 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Bu çocukları Hitler mi öldürdü?!

Nazi rejiminin canavarlığı biliniyor. Ama kanlı fotoğraflarını gördüğünüz bu çocukları katleden, İsrail militarizmidir!

Gazze’deki Beyt Hanun kasabasında, evlerinde uyuyorlardı. Sabaha karşı İsrail topçusunun açtığı ateşle öldürüldüler! İsrail topçusu bir kilometre hata yapmış, top mermileri sivillerin üzerine düşmüş, o yüzden ölmüşler! “Savaşta olur böyle şeyler”miş!

Militarizmi destekleyen İsrail gazeteleri böyle yazıyor.

Militarizmi eleştiren Yediot Ahranot gazetesi ise soruyor: “Beyt Hanun’a 16 dakika top mermisi yağdırdınız da sapmaları fark edip zamanında düzeltemediniz mi?!”

Hastalıklı psikoloji

Ülkemizi de ziyaret eden liberal İsrailli yazar Yitzak Laor’un İsrail militarizmi üzerine uzun bir makalesi vardır. Şöyle yazar:

“İsrail ordusu daima Davut Peygamber’in çocukları, oğulları, evlatlarıdır. Biz ebedi mağdurlarızdır. Düşman ise daima Câlud’tur; hatta düşmanın çocukları bile...”

Filistinli çocuklar, onlar da ‘Câlud’ demek ki!

Semavi kitaplara göre Davut Peygamber, zalim ve kudretli Filistin Kralı Câlud’u sapan taşıyla öldürmüştü.

Zalimlere karşı mazlumların da güçlü olabileceğini anlatan bu kıssa, İsrail’in o hastalıklı “ebedi mağduriyet” psikolojisinin elinde çocukları bile öldüren kanlı bir militarizme dönüştü.

Sırplar da Bosnalı Müslümanları katlederken kendilerini “Kosova savaşından beri mağdur” sayıyor, hâlâ Osmanlı ile savaştıklarını sanıyorlardı.

Cinnet! Sırp militarizmi de İsrail militarizmi de aynı cinnete tutulmuştur!

İsrail militarizm

Dünyada, İsrail’den başka hangi devlet, çocukları böylesine katleder de dünya ayağa kalkmazdı!

Yahudilerin tarihteki gerçek mağduriyetini, şimdi İsrail militarizmi öyle bir kalkan gibi kullanıyor ki, çocukların öldürülmesine bile dünya sessiz!

Eskiden beri militarizme karşı çıkan Haaretz gazetesinde Aluf Benn, Beyt Hanun katliamını eleştirirken, “Başbakan Olmert’in ordu üzerindeki denetimi kaybettiğini” yazıyor. Haklı ama eksik!

Hayfa Üniversitesi öğretim üyesi sosyolog Uri Ben-Elizer, 1998’de yayımladığı “İsrail Militarizmi” adlı akademik kitabında şunları yazıyordu:

“İsrail’de hiç askeri darbe olmadı. Çünkü seçilmiş liderler de siyasetlerinde temel bir unsur ve merkezi bir ideoloji olarak militarizmi benimsemiştir!”

İsrail devlet olarak, sistem olarak militaristtir!

Sırp militarizmi bir yerde dünyanın tepkisiyle karşılaştı. İsrail militarizmi en gaddar cinayetlerde bile serbest!

Mehmet Akif haklıydı:

“Tükürün maskeli vicdanına asrın, tükürün!”

Milliyet, 11.11.2006

Taha AKYOL

12.11.2006


 

301’i değiştirin işimiz kolaylaşsın

Ankara’da çok ilginç bir iyimserlik var. Nereden kaynaklandığını tam olarak anlayabilmiş değilim, ancak herkes rahat. Tren kazasından kurtulunmuş ve sorun halledilmiş gibi bir hava esiyor.

Oysa yanılıyoruz.

Doğrudur, Avrupa Komisyonu Türkiye’yi kolladı. Retçiler grubuna yedirtmedi, ancak işin sonuna gelinmedi. Önümüzdeki 4 hafta içinde bir şeyler değişmezse, yine de bir tren kazası olasılığı var.

Neler değişebilir?

Kıbrıs konusunda hiçbir şey değişmeyecek.

Türkiye tutumunu ortaya koydu. Karşılığını almadan, yani KKTC’nin izolasyonu kaldırılmadıkça limanlarını açmayacak. Yunan ve Kıbrıs Rumları da tutumlarından vazgeçmeyecekler.

Peki, bu işin içinden nasıl çıkılacak? Zira özellikle, Türkiye’yi destekleyen üye ülkeler ellerinin güçlendirilmesini bekliyorlar. Bir olumlu gelişme, yeni bir adım onlara yetecek. Türkiye ile ilişkilerin bozulmaması için harekete geçecekler.

Bunun anahtarı da 301’inci madde.

301’de bir değişiklik yapılması, Türkiye’yi güçlendirecek. Kıbrıs konusundaki tutumu daha kolaylıkla kabul görülecek. Hiç değilse göz yuman ülkelerin sayısı artacak.

14-15 Aralık günü, sadece AB’nin adım atmasını beklemek yerine, 301 ile bizler de bu sürece katkıda bulunabiliriz.

Başmüzakereci Ali Babacan işte bugün için var. İlişkileri koruma ve kollama görevi ona düşüyor. Hükümeti hareketlendirerek tren kazası olasılığını ortadan kaldırması gerekiyor.

Posta, 11.11.2006

Mehmet Ali BİRAND

12.11.2006


 

İyi şeyler de oluyor

Dünyada iyi şeyler de oluyor, her şeye rağmen. Bu ‘iyi şeyler’ bazen kaybedilen eşeğin bulunması şeklinde tecelli edebiliyor, ama olsun, buna da şükür, çünkü bu dünyada kaybolup bir daha bulunmayan eşekler olduğunu biliyoruz.

Amerika’daki seçimleri düşünüyorum tabii. Dediğim anlamda, bu olayın sürecini hatırlarken, ‘George Walker Bush gibi biri başkan seçilir miydi?’ diye sormak mümkün, ‘İkinci kere seçilir miydi?’

diye sormak haydi haydi mümkün.

Gene de seviniyorum: bu kadarı da olmayabilir ya da bu kadarının olması dahi bundan daha fazla zaman alabilirdi. George Walker Bush gibi birinden söz ediyoruz ama konunun bir ucu da Amerika, ‘Amerikalı seçmen’!

Abartmayayım, aslında bekliyordum, bir gün böyle bir sonucun ortaya çıkmasını. Kendine özgü tuhaflıkları, ciddi tuhaflıkları olmasına rağmen, Amerika bu dünyanın belli başlı demokrasilerinden biri. Demokrasilerde, George W. Bush tipi yöneticiler, uzun süre belirleyici olamazlar. Kaldı ki, ABD bu konuda bir anayasal sınırlama (iki kereden fazla seçilememe) getirerek bir çeşit garanti sağlamış. Bush’un ardından gene bir Cumhuriyetçi seçilmiş olsa bile, büyük bir ihtimalle çok farklı yapıda bir Cumhuriyetçi olurdu bu.

Ayrıca, şu ünlü sözü söyleyen de Abraham Lincoln ve dolayısıyla öncelikle ‘Amerikalı davranışı’ denen şeye bakarak yapılmış bir gözlem: “İnsanların bir kısmını her zaman için kandırabilirsiniz” diyor Lincoln, “Bütün insanları bir zaman için kandırabilirsiniz. Ama bütün insanları her zaman için kandıramazsınız.”

Amerikan toplumuyla bizimki arasında bazı benzerlikler vardır. Bunlar en çok ‘yetişkin’ izlenimi vermeyen davranışlarda kendini gösterir: rasyonel olmaktan uzak bir ‘ulusal gurur’ anlayışı, ‘Biz yapıyorsak iyidir’ inadıyla davranmak vb. Bush’un başlattığı Haçlı Seferi Amerika’nın bu tür eğilimlerini hemen dürtüp tetikleyecek nitelikteydi. Buna bir de 11 Eylül’ün getirdiği şoku eklemek gerek. Bunlar bir araya geldiğinde Amerika’nın afur tafuru çok daha uzun sürebilirdi. Onun için, şu seçim sonuçları karşısında çok mutlu oluyorum.

Bu durumda Bush kalan zamanını neler yaparak geçirir, tahmin etmek bana zor geliyor. Çünkü bir yanda inatçı, körü körüne kendine güvenmeyi itiyat haline getirmiş bir kişilik var, bir yanda da nesnel gerçeklik. Sırf bu kişiliğe bakarsak, ‘Amerika’yı şu İran’la savaşa sokayım da öyle gideyim’ demesi bile çok şaşırtıcı sayılmaz. Şimdiye kadar yaptıklarını nasıl yaptı ki ‘Bunu yapamaz’ diyelim? Ama, tabii, ‘Yaptırmazlar’ diyebiliriz.

Şimdi gözümüzü Demokratlar’a çevireceğiz doğal olarak. Şu anda onların ne yapacağı, ne yapabileceği çok net görünmüyor, üstelik öyle bir rezalet devralacaklar ki, bunun içinden çıkmak hiç kimse için kolay değil. ‘Bush’un son günleri’ dediğimiz süreyi belki Demokratlar yeni politika üretmek üzere verimli bir şekilde geçirmeyi başarırlar. Umarım öyle olur. Ama bu da Kerry gibi birileriyle olmaz.

Amerika’nın dünya politikasında Bush ve kliği zamanında adamakıllı kirlenen sicilinin temizlenebilmesi, Demokratların Bush ve Cumhuriyetçi gölgesinden tamamen sıyrılmalarına bağlı.

Radikal, 11.11.2006

Murat BELGE

12.11.2006


 

Hevenk hevenk Atatürkçülük

Biri bana, “12 Eylül döneminde yaşanan Atatürk istismarı bir gün gelecek çok hafif kalacak” dese ona inanmazdım. Ama şimdi dehşet içinde fark ediyorum ki, 12 Eylül cuntacılarının kendilerine meşruiyet yaratmak için açtıkları yol, tembellerin üzerinde en çok seyahat etmeyi sevdikleri yol haline geldi.

12 Eylül’ün temel gerekçesi aşırı sol ile aşırı sağ arasında ‘artık iç savaş boyutlarına vardığı’ söylenen çatışmaydı. Doğru, ortada ciddi bir kanlı çatışma vardı, her gün onlarca cinayet-suikast-çatışma haberi geliyordu dört bir yandan. Aslında bana göre yaşanan ciddi bir güvenlik zafiyetiydi, yoksa 11 Eylül 1980’de akan kanın 12 Eylül’de ansızın durmasının başka bir açıklaması olamaz. Ama neyse, darbeciler, kendilerini meşru kılacak bir ideolojiye ihtiyaç duydular darbeden sonra. Bu ‘ideoloji’ elbette Atatürkçülük oldu.

O dönemde başladı Atatürk’ün kendisini ve sözlerini putlaştırma, sanki kutsal metin parçaları gibi takdim etme merakı ve günümüze kadar da sürdü gitti, Allah bilir daha çok uzun zaman da sürecek.

(...)

12 Eylül’ün darbeci generalleri, her yaptıklarını Atatürk’ten cımbızla buldukları, bazen de uygun bir cümle bulamayınca uydurdukları alıntılarla meşru kılmaya çalışırlarken, Cumhuriyet gazetesinin sahibi ve başyazarı

Nadir Nadi, ‘Ben Atatürkçü değilim’ diye kitap yazdı. ‘Sizin söylediğiniz

Atatürk geçerliyse ben Atatürkçü değilim, çünkü ben başka türlü bir Atatürk biliyorum’ demek istiyordu.

Aynı Cumhuriyet gazetesi, İlhan Selçuk’un ‘Atatürkçülük muz mudur?’ başlıklı yazısı yüzünden sıkıyönetim tarafından kapatıldı. İlhan Selçuk, darbecilerin Atatürk’ü bu şekilde kullanmalarını eleştiriyor, Atatürk’ün her niyete yenen muz olmaması gerektiğini söylüyordu çünkü.

Bir de bugün geldiğimiz noktaya bakın. Atatürk yeniden ‘muz’ olmuş durumda, üstelik hevenk hevenk.

Radikal, 11.11.2006

İsmet BERKAN

12.11.2006


 

Demokrasi güzel şey!

Amerikan halkının seçim sandığında Başkan Bush’a attığı muhteşem tokatla ilgili olarak, “Amerikan demokrasisi için güzel bir gün!” başlığını koymuş, Financial Times gazetesi başyazısına.

Bir başka İngiliz gazetesi, The Independent ise Amerikan Başkanı’yla ilgili manşetini atarken hiç de nazik olma gereğini hissetmemiş, günlük deyişle damardan girmiş:

“Savaş yüzünden bu hale düştün, ahmak!”

Evet, demokrasi böyle.

Kendi başına buyruk, ben bilirimci bir küstahlığın Irak’ta insanlığın başına açmış olduğu büyük bela ve yanı başımızda yaşanmakta olan korkunç trajedi karşılıksız kalmadı.

Amerikan halkı, kendisine yalan söyleyen Başkanı’na cezayı seçim sandığında kesti. Irak fiyaskosu yüzünden çıkardığı kırmızı kartı Başkan Bush’un burnuna dayadı.

Peki, mesaj yerini buldu mu?

Başkan Bush’un hiç beklemeden Savunma Bakanı’nı istifa ettirmesi, çevresindeki neocon klikle birlikte büyük yanlışların mimarı Rumsfeld’in kellesini derhal koparması, seçim sandığından çıkan mesajı algıladığı konusunda ipuçları veriyor.

Mesajın bir yanı, ‘fiyasko’yu hazırlayan Rumsfeld’in uçurulması ise, öbür yanı da ‘yeni bir Irak stratejisi’nin oluşturulmasıyla ilgilidir.

Başkan Bush bunu yapabilir mi? Bir çıkış yolu bulabilir mi?

Şöyle de sorulabilir:

Irak’tan çıkış yolu ne demek? Bu sorunun yanıtı bilinmiyor.

Washington’da her kafadan bir ses çıkıyor ama, şimdiye kadar sorulara makul cevaplar bulunabilmiş değil. Çünkü Amerika, kan gölüne dönmüş bir Irak’tan çıksa bir türlü, çıkmasa bir türlü...

Nasıl çıkacak Amerika?

Irak’tan çıkış ya da çekiliş, bütün Ortadoğu’yu daha beter istikrarsızlaştıracak, bölgede yer yer cehennem çukurları kazabilecek sonuçlar doğurursa ne olacak?

Irak’ı belli ölçülerde istikrara kavuşturacak bir çıkış yolu, yani sihirli formül ne olabilir?

(...)

Şimdi diyeceksiniz ki:

Savaş çözüm değildi!

Haklısınız.

Savaş, Pandora’nın Kutusu’nu açtı ve bütün kötülükler ortaya saçıldı.

Barış ve demokrasiyi, Amerikan Başkanı Bush’un Irak’ta yapmaya kalkıştığı gibi savaşla, kendi başına buyruk ve her şeyi bilirimci siyasetle yakalamanın günümüzdeki imkânsızlığı acı biçimde anlaşılmış durumda.

İyi oldu!

Amerikan demokrasisi, seçim sandığında Başkan Bush’a vermiş olduğu dersle bütün bunları gündeme getirmiş durumda.

Özetle:

Başkan Bush yönetimi son altı yılda izlediği başına buyrukluktan bir an önce vazgeçmelidir.

Bir yandan Kongre’yi ele geçiren Demokratlar ile, bir yandan dost ve müttefikleri ile öte yandan Ortadoğu’daki ülkelerle birlikte öncelikli olarak yeni bir Irak ve Ortadoğu stratej

Milliyet, 11.11.2006

Hasan CEMAL

12.11.2006


 

AB’nin Kıbrıs hatası, Ankara’yı reformlardan yıldırmamalı...

İskandinav ülkeleri, uzun yıllar Türkiye’yi, özgürlüklere önemli sınırlamalar getiren bu ülke topraklarından kaçan Kürtler ve aydınların açtığı pencereden gördü ve tanıdı.

Dolayısıyla, Türkiye’de atılan kimi olumlu adımlar dahi bu ülke yönetimleri ve insanlarını tatmin etmedi. İskandinav ülkelerinde, insan haklarına yönelik duyarlılık, bazen konuk ettikleri gazetecileri ülkelerinden kibarca da olsa kovmaya kadar varabilen bir aşırılığı da sahip. Aynen, ben ve iki meslektaşımı, 1998 yılında davetlisi olarak gittiğimiz Norveç hükümetinin, insan hakları konusunda yargısız infaz yapıp, ülkeden, daha ziyaretimizin ikinci gününde kibarca kovdukları gibi.

İşte, insan hakları konusundaki aşırı hassasiyetlerinin, zaman zaman gerçekleri görmekten uzaklaştırdığı İskandinav ülkelerinden İsveç’in deneyimli politikacısı ve şimdiki Dışişleri Bakanı Carl Bildt’in, International Herald Tribune gazetesinde, AB’nin Türkiye İlerleme Raporu’nu yayımlamasından bir gün önce, yani 7 Kasım’da, “Avrupa’nın kapılarını ardına kadar açın” başlığıyla çıkan yazısı, bu bölge ülkelerinin de artık göreceli de olsa bazı reformlara imza atan Türkiye’ye, artan biçimde olumlu yaklaştıklarını göstermesi açısından önemli. Bildt, AB’nin, Türkiye ile birlikte genişlemesinin stratejik öneminin altını çizerken, Kıbrıs sorununun çözümü çabalarının, Türkiye yüzünden değil, Kıbrıs Rum Liderliği’nin, AB’nin de açık desteğini alan BM Genel Sekreteri’nin planını kabul etmemesi ile başarısız kaldığına dikkat çekiyor. Ama Bildt, AB’nin, çözümsüzlüğü tercih etmesine karşın Rum kesimini tam üye yapmasına yönelik stratejik hatasına nedense değinmiyor.

Ama en azından, Bildt’in, makalesinde, Türkiye konusunda genelde sağduyuyu yansıtıyor olması Kıbrıs gibi siyasi bir sorunu, Ankara ile yapılan teknik müzakerelerde sürekli koz olarak kullanma eğilimindeki AB’ye de ders verir nitelikte. Ancak geldiğimiz noktada Atı Alan Üsküdar’ı geçti, yani adanın birleşmesine 2004 yılında karşı çıkan Kıbrıs Rumları, AB üyesi yapılırken, barış planına büyük çoğunlukla evet diyen Kıbrıs Türkleri, uzlaşma yanlısı olmalarından dolayı adeta cezalandırıldı. Deneyimli bir Türk diplomat, “durum böyleyken” diyor, “hangi hakla Türkiye, Kıbrıs Türklerine izolasyon kalkmadan liman ve havaalanlarını Rumlara açabilir?,” diye soruyor.

Türk diplomat böyle diyor ama, gelgelelim AB de 8 Kasım’da yayımladığı İlerleme Raporu’nda, birlik liderlerinin, 14-15 Aralık tarihleri arasında Helsinki’de yapacakları zirve toplantısına kadar, Türkiye’nin, havaalanı ve limanlarını Rumlara açması talebinde bulunuyor. Kimi Batı basınında, “Türkiye’ye AB’den ultimatom” şeklinde yansıtılan bu AB koşulunun yerine getirilmemesi halinde Türkiye’ye ne tür yaptırımlar uygulanacağı ise, sorunun çözümü için verilen süre sonunda belli olacak. Ancak Türkiye’nin, Kıbrıs Türklerine ekonomik yaptırımlar kalkmadan, Rumlara havaalanı ve limanlarını açmasının söz konusu olmayacağı ortada.

Açsa bile, AB’nin, teknik müzakerelerde başka siyasi konuları ön koşul haline getirmeyeceğinin garantisi yok. Acaba diyorum, altı Türk Dışişleri eski Bakanı’nın da önerdiği gibi, AB ile müzakerelere ara verip, Türk insanının insanca yaşaması için gerekli olan reformları, AB süreci olmadan da yapabilir miyiz?. Buna, “Evet” diyecek bir siyasi irade varsa, “Yolumuza AB’siz devam edelim,” diyeceğim ama ben, bir medeniyetleşme projesi olan AB rayından çıktığımızda, bizi ekonomik ve sosyal felaketlerin beklediğini şimdiden görür gibiyim. Dolayısıyla, reform yolunda AB ile ilerlerken, Kıbrıs konusunun siyasi koz olarak kullanılmasını da, bir yolunu bulup sonlandırmalıyız. Siyasi liderlik, böyle zor zamanlarda kendisini gösterir.

Bugün, 11.11.2006

Lale SARIİBRAHİMOĞLU

12.11.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004