Geçen hafta adliye koridorlarına yansıyan iki dava vardı. İkisi de gazeteciyi suçluyor, ceza öngörüyordu.
Ancak ne hikmetse ne mahkeme önünde bekleşenler vardı, ne kameralar huzurunda yumruklaşanlar. Sessiz sedasız yürütülen davanın “gereği düşünüldü”.
Ne meslek örgütlerinin sesi çıktı ne de yeni bir tartışma başladı. Hâlbuki davalardan biri o meşhur 301. madde ile ilgiliydi. Hani şu son günlerin en hararetli tartışmalarına konu olan TCK’nın 301. maddesi var ya; işte tam bu maddenin hükümleri üzerine yargılanıyordu gazeteci. Hrant Dink davasında ateş püskürenler, Elif Şafak’ın yargılanmasında aydın duruşu sergileyenler, Orhan Pamuk’un sigaya çekilmesine isyan edenler nedense yoktu meydanlarda. Yanlış anlaşılmasın; bu davalara neden tepki gösterildi demiyorum; tam aksine yakın dönemde bu üç davaya büyük bir önem atfeden ve bundan modern bir Dreyfus davası çıkaran seviyeli meslektaşlarımız neredeydi diye soruyorum. Yargılanan kişi Yeni Asya Gazetesi’nin sorumlu Yazı İşleri Müdürü Faruk Çakır’dı. Ve yine huzurlarınızda 301. madde vardı. Ne var ki ne yurtdışından gelip adliye önüne üşüşen gözlemciler vardı orta yerde; ne meslektaş dayanışmasıyla soluğu meydanda alanlar. Her taşın altından çıkan komplocu avukat bile yoktu. Hatta ve hatta ortada davayı takip edecek muhabir ordusu da yoktu. İyi ki Zaman’ın yargı muhabiri Büşra Erdem var ve onun dikkati sayesinde bu tür davalar gözden kaçmıyor.
Adamına göre muamelenin dik âlâsı
Hafta içinde bir başka dava daha vardı ve onun da kaderi aynıydı. Bağcılar Adliyesi’nde görülen davada Vakit yazarı Abdurrahman Dilipak cezaya çarptırıldı. Üstelik çok ilginç bir şekilde verildi ceza. Cumhuriyet savcısı, Dilipak’la ilgili bir mütalaada bulunuyor ve “suç unsuru oluşmadığından” sanığın beraatını talep ediyordu. Genel teamül nedir? Savcı, verilebilecek cezanın en ağırını talep eder, hâkim, takdir haklarını zanlının lehine kullanarak talep edilen cezanın mümkünse en hafifini verir. Savcının beraat isteği davadan 1 yıl 2 ay hapis cezası çıktı. Sonra takdir hakkı kullanıldı ve ceza 11 ay 20 güne düşürüldü.
İşte meselenin bam teli: Türkiye’de her şey adamına göre şekil alıyor. Medyanın yaklaşımı da yargının bakışı da hakkaniyet terazisindeki standart sapmaları derinden derine işaretliyor. Meseleye bu açıdan bakıldığında Türkiye’de çifte standart var demek, bile bile olayı hafife indirgemek olur. Bu ülkede çoklu standart var. Sadece şu zümreye, bu fikre, göre değişmiyor kurallar; bazen zümre ötesi zümreler, ideoloji içre ideolojiler, imtiyaz aşkın imtiyazlar ortaya çıkıyor. Kişilere dair kamuoyuna aksetmeyen üst ve alt kimliklerin katmanları bilin(e)mediği için refleksler anlaşılmıyor, tepkiler boşlukta kalıyor. Her neyse, derin bir mevzu bu…
Anlatmakta zorluk çektiğim nokta şu: Dilipak’ı ya da Çakır’ı beğenmeyebilirsin, onların çalıştığı gazeteler de kendi dünya görüşüne uzak görebilir; hatta onların düşünce ve yöntem biçimine tam zıt bir pozisyon alabilirsin; ancak ifade özgürlüğü söz konusu olunca herkese ayrı bir mezura kullanamazsın.
Türkiye’de maalesef yargı ve medyanın üzerine çoklu standart gölgesi düşüyor. Bu gölgeyi kaldıracak tek şey, aydın cesaretinin ve meslek şehametinin bir güneş gibi ortaya çıkmasıdır. Dava konusu edilen yazıların içeriği ile ilgilenmiyorum; onun hesabı başka; önemli olan, ifade özgürlüğü adına ortaya konulan tepkinin herkesi kuşatacak kadar erdem ufkuna ermesi…
(...)
Sözün özü şu ki; bu ülkenin çıtasının yükselmesi, insan kalitesinin yükselmesine bağlıdır. Bunun için yapılacak ilk hamle, herkesi eşit gören ve herkese aynı standartta muamele eden bir zihniyete kavuşmakla mümkündür. Aksi takdirde medya ve yargı başta olmak üzere her kurum değer kaybeder ve bir gün hayati kurumlara cidden ihtiyaç duyulduğunda inandırıcılığını kaybeden sadece o kurumlar değil bütün bir ülke olarak ağır bir fatura çıkar karşımıza.
Zaman, 16.10.2006
|