Meslekî bilgi ve birikimini yazarlık kabiliyetiyle birleştiren ve bunu kitapları aracılığıyla paylaşan bir hekim Doç. Dr. Kemal Sayar. Halen Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastahanesinde 13. Klinik Şefi olarak görev yapıyor. Kalbin Direnişi, Olmak Cesareti, Özgürlüğün Baş Dönmesi, Ruh Hali gibi birçok kitaba imza atmış bir entelektüel kendisi aynı zamanda. Kitaplarının akıcı diliyle ve isabetli tesbitleriyle ilgimizi çeken Doç. Dr. Sayar’la çok önceleri gerçekleştirmeyi düşündüğümüz röportajı, manevî bir iklime dâvet edildiğimiz Ramazan ayı içinde yapmakta karar kıldık ve kendisi de kabul etti. Ramazan ve orucun insanın ruh âlemine kattıklarından, acımasız görünen bir dünyada ruh sağlığının nasıl korunacağına, medyanın muhtevasından, din-bilim diyaloğuna kadar birçok konuyu konuştuk. Ortaya çıkan bu söyleşiyi ilgiyle okuyacağınızı umuyoruz, çünkü burada da çarpıcı tesbitleri var Sayar’ın.
* Oruç insanın iç âlemine neler katıyor? Buradan başlayalım isterseniz.
Oruç bedenin yokluğu tatması diyebiliriz. Hepimiz iştahımızın peşinde koşan varlıklarız insanlar olarak. Oruçla bir defa, bir ruh terbiyesi alıyoruz. İştahımızı gemlemeyi, iştahımıza hakim olmayı öğreniyoruz. İnsanın olgunlaşmasının en önemli düsturlarından birisi de insanın anlık dürtülerine hakim olabilmesidir. İşte oruç bize bu yönde terbiye veren bir ibadet. Aynı zamanda açlık yaşantısı içinde oluyoruz. Açlığın nasıl bir şey olduğunu hissediyoruz. Bu da bizim açlık hisseden insanlara karşı empati yapmamızı, onları anlayabilmemizi kolaylaştırıyor. Bir de, açken sahip olduğumuz servetlerin hiçbir önemi yok. Yani bir kader birliği yapıyoruz aslında yokluk ve yoksulluk çeken insanlarla. Ve onların dünyasını daha iyi anlayabilecek bir ruh iklimine erişmiş oluyoruz. O bakımdan, orucun insanda empatiyi kolaylaştıran, başka insanların duygusal durumunu anlamayı kolaylaştıran bir işlevi olduğunu düşünüyorum. Öte yanda, meselâ psikolojide olgunluğun temel ilkesi olarak hazzı geciktirebilmek düşünülür. Yani bir insan bir şeyden haz alacaksa ve onu hemen almak istiyorsa bu olgunlaşmamışlığın bir belirtisidir. Ama hazzı geciktirebiliyorsa, onu erteleyebiliyorsa daha kâmil bir insandır. İşte oruç bize bu konuda da yol gösteriyor bir öğretici olarak.
ORUÇ MANEVi BİR TERAPİDİR
* Bir aylık manevî terapi diyebilir miyiz öyleyse?
Manevî terapi diyebiliriz tabiî. Bu ay aynı zamanda yardımlaşma ayı. Diğer insanların sıkıntılarını anlama ayı. Hem o insanların ıztırabını, derdini anlayacağız, hem de verebildiğimiz kadarını infak edeceğiz ki onların tasalarını, dertlerini biz de elimizden geldiği kadar hafifletebilelim.
* Ruh Hali adlı kitabınızda, ruhsal hastalıkların herkese ulaşabileceği durumlar olduğu, bunun kişilik zayıflığıyla ilgisi olmadığı belirtiliyor. Burada kişilik zayıflığı derken neyi kastediyorsunuz?
Bazı insanlarda şöyle yanlış bir inanış var; ruhsal hastalıklar, karakteri zayıf, iyi yetişmemiş insanlarda ortaya çıkar. Bunun bir başka versiyonu da şöyledir; ruhsal hastalıklar imanı zayıf insanlarda ortaya çıkar. Meselâ bazı insanlar kendilerine ruhsal hastalığı, depresyonu yakıştıramıyorlar. Ruhsal hastalık ortaya çıktığı zaman diyor ki: “Ama doktor bey, o zaman demek ki ben iyi bir mü’min değilim, bende bu hastalık ortaya çıktığına göre.” Bir defa bunu yenmek lâzım. Bu anlayış yanlış ve maalesef kaş yapayım derken, göz çıkaran bazı hekimlerin marifetiyle yayılıyor. Onlar çok basit bir reçete olarak ruhsal rahatsızlıklara karşı, “Aman inancınızı kuvvetlendirin, inancınız kuvvetli olursa bunlara yakalanmazsınız” gibi bir formül öneriyorlar. Bu formül yanlış bir formüldür. Ruhsal rahatsızlıkların genetik sebepleri olabilir, psikososyal sebepleri olabilir. Kişi zor bir ortamda yaşıyordur, rekabet edemiyordur. Çok kötü bir çocukluk geçirmiştir, anne babadan hiç şefkat görmemiştir. Genlerinde bir hastalık vardır. Atadan, dededen tevarüs ettiği bir ruhsal rahatsızlık vardır. Bütün bunlar o kişinin ruhsal açıdan rahatsızlanmasına sebep olabilir. Bunun imanla veya karakterle hiç alâkası yoktur. Bu tarz damgalayıcı tutumlar insanların, ruhsal rahatsızlığı olan kişileri etiketlemesine, onları suçlu görmesine yol açıyor. Kişinin lüzumu olmadığı halde kendisini fazladan suçlamasına yol açabiliyor. Bu da o kişinin yardım arama davranışını geciktiriyor. Bir hekime gidip iyileşebilecekken, “Bu benim imanımla ilgili bir problem” deyip, yardım aramıyor. Ve kendini gereksiz yere fazladan suçlamış oluyor.
MODERN İNSAN YALNIZ
* Peki dünyada bunca savaş, açlık, yoksulluk, insanlar arasında iletişimsizlik gibi sorunlar varken insanın ruh sağlığını koruması nasıl mümkün olabilir?
Hepimizin içinde güçlüklerle baş etmek için geliştirdiğimiz bazı mekanizmalar var. Bazen o mekanizmalar çok güzel çalışıyor, bazen de iflâs ediyor. İşte iflâs ettiği durumlarda ruhsal rahatsızlıklar ortaya çıkabiliyor. Meselâ hepimiz sohbet etmeyi severiz değil mi? Bir şekilde arkadaşlık, dostluk, yarenlikten hoşlanırız. Bu bizi aynı zamanda ruhsal gerginliklere karşı koruyan bir kalkandır. Çünkü derdimizi dostumuza açarız, içimizi dostumuza açarız. O bizi dinler ve böylece rahatlarız. Rahatladığımız için de bazı sıkıntıları daha az yaşarız. Meşhur bir sözdür, keder paylaştıkça yarılanır, sevinç paylaştıkça iki katına çıkar. İşte yarenlik, dostluk, aile, yani yakın insan bağları buna hizmet ediyor. Ve depresyonun, sosyal bağların kopmasıyla yakından alâkası var. Neden modern toplumlarda depresyon daha yaygın olarak görülüyor? Çünkü, insanın giderek yalnızlaştığı, aileyle, içinde bulunduğu toplumla, cemaatle, hatta milletle bağının kaybolduğu bir zaman modern zaman.
İNSAN KÜÇÜK BİR KÂİNAT
* Doğu toplumlarında ise yalnız insan değil, insanın taşla, ağaçla, cansız varlıklarla bile bir bağ kurması önemsenir.
Tabiî, sizin söylediğiniz konu çok önemli. Bütün kadim öğretilerde insan tabiatla hem âhenk bir varlıktır. Tabiatla dost bir varlıktır. Kâinat bir âhenk içindedir. Bu kadim medeniyetlere baktığınız zaman, dünyayı bir çatışma halinde değil, âhenk halinde tanımlarlar. Modern Batı toplumlarına baktığınız zaman ise dünyayı ve kâinatı bir çatışma alanı olarak tanımlıyor. İşte evrim görüşü oradan çıkıyor meselâ. Diyor ki, “En sağlam ve en güçlü olan ayakta kalır.” Darvinizmi toplumsal hayata uyguluyor ve diyor ki, “Yarışın. Ne kadar yarışırsanız, o kadar iyidir, o kadar iyiler seçilir.” Sosyal Darvinizm hayata uygulandığı zaman da doğuştan bazı yetenekleri olmayanlar, daha masumlar, garibanlar yarışın gerisinde kalıyor ve onlar da o zaman depresyona giriyor, başka hastalıklara yakalanabiliyor.
Yani çok dikkatli olmak gerekir. Bizim kendi medeniyetimizin insan tasavvuru, insana değer veren, insana eşref-i mahlûkat olduğu için değer veren, onu biricik sayan, “Hoşça bak zatına, kim, zübde-i âlemsin sen” diyen bir gelenek. Bu gelenek insanı çok taltif ediyor. Bir defa Allah’ın yeryüzündeki halifesi olarak tanımlıyor. Bu çok büyük bir şeref. Aslında bütün dinî öğretilerde bu vardır. İnsana mikrokosmos olarak, âlem-i sağir olarak değer verme hadisesi vardır. Modernleşmeyle beraber bir sapma, yoldan çıkma başlıyor. İnsanlar atomize oluyor, toplum dağılıyor. Kâr eksenli bir hayat ön plana çıkıyor. Ve orada da tabiî insanın insana yabancılaşması zuhur ediyor. İnsanın öte âlemlere yabancılaşması zuhur ediyor. Artık insanlar Allah’ın sözlerini işitme kıtlığı çekiyorlar, bir yazarın betimlemesiyle. Çok güzel gelir bana bu. O kadar çok gürültülü bir ortamda yaşıyoruz ki, artık Allah’ın sözlerini dahi duyamaz hale geliyoruz. Ruhsal rahatsızlıklar da işte bu yabancılaşmadan çok fazla köken alıyor. Bağ kopmasından çok fazla köken alıyor. Meselâ din de insanı koruyan kalkanlardan bir tanesi. Ama din aynı zamanda insanı hastalandıracak bir şey de olabilir. Dinin yaşanma biçimi çok önemlidir. Yani dini sadece cezalandırıcı, yasakçı bir sistem olarak algılarsanız, onun içindeki maneviyatı görmezseniz, kabukta kalıp öze inmezseniz bu sefer kendinizi yine günahkâr hissedebilirsiniz. Başka insanları günahkâr hissedip onlara nizamat vermeye çalışabilirsiniz. Bu da sizde birtakım ruhsal rahatsızlıkların ortaya çıkmasına yol açabilir. Dinin daha hoş, daha insanın içini terbiye eden, olgunlaştıran, tekâmül ettiren bir öğreti olarak yaşanması insanı belli başlı birtakım sıkıntılardan koruyucu özelliğe sahiptir. Meselâ intihar davranışı bizim memleketimizde, Katolik memleketlerde azdır. Ama Protestan memleketlerde intihar davranışı çok fazladır. Katolik mezhebi, İslâm ve Yahudilik intiharı kesinlikle men ederler. Bu da doğrudan intihar istatistiklerine yansır. Daha dindar toplumlarda insanlar dinin bu emrini dikkate alıp intihar etmezler. O yüzden içinde yaşadığımız toplumla, içimize aldığımız inanç sistemleriyle kendimizi bir ölçüde koruyabiliyoruz ruhsal hastalıklardan.
Bütün araştırmalar şunu gösteriyor, bekâr insanlarda ruhsal rahatsızlıklar daha fazladır. Yalnızlarda daha fazladır, işsizlerde, hayatına bir anlam veremeyenlerde daha fazladır. Kendisini değerli hissedemeyen, bu dünyada yaptığı işe kıymet veremeyen insanlarda daha fazladır. Baskıcı ortamlarda, totaliter rejimlerde daha fazladır. O yüzden genel ilke olarak şunu söylememiz lâzım, insana değer veren, insanı taltif eden değerler, sistemler, ilkeler ruhsal rahatsızlıklara karşı da koruyucu bir vazife ifa edebilirler.
* Biz de o zaman bu ruhsal sorunlara tedbir olarak manevî değerlerimizi öne çıkaran okumalar, konuşmalar, faaliyetlere ağırlık vermeliyiz.
Elbette. Biz kendi medeniyetimizin içindeki bazı kaynakları ruhsal sağlığın unsurları olarak harekete geçirebilmemiz lâzım. Bizim çok zengin bir irfanî kültürümüz var Anadolu’da, Yunusların, Mevlânâların içinde olduğu. Aslında onların sözlerindeki hikmeti genç nesillere bir ölçüde aktarabilsek, o bile çok büyük bir değer ifade eder bana göre. Bugün İran’da bir sokakta dolaşırsanız insanların Hafız’dan, Mevlânâ’dan çok kolay beyit okuduğunu görebilirsiniz, ama Türkiye’de Yunus’tan bir beyit okuyun diye, bir dize söyleyin deseniz insanlara, bana sorarsanız sokakta çevireceğiniz yirmi insanın on sekizinden cevap alamazsınız. Bu çok feci bir şeydir. Bu toprakların en büyük bilgelerinden birisi olan Yunus’u biz tanımıyoruz, sadece ismen biliyoruz. Fakat onun ifade ettiği hikmetlerin pek azına sahibiz.. Herhalde toptan bir eğitim seferberliği, gönül seferberliği olması lâzım.
—DEVAMI YARIN—
|