Radikal gazetesinin dünkü manşetini okurken gözlerime inanamadım. Adalet Bakanı Cemil Çiçek, “Başımıza 301 işini Orhan Pamuk açtı” demiş.
Ve şöyle devam etmiş: “Pamuk dava konusu sözleriyle ilgili önce ‘Söyledim’ sonra ‘Söylemedim’ dedi. Baştan ‘Söylemedim’ dese dava hemen düşecekti. 301’i başımıza o açtı.” Doğru değil. Zira, 301’i “başımıza” o maddeyi bu haliyle yeni Türk Ceza Kanunu’na sokanlar açtı. Üstelik, kanun daha taslak halindeyken, içeriden dışarıdan -AB’den- sayısız uyarı yapıldı, “Böyle madde olmaz. Bu madde başınıza bela açar” diye. İnatla, o saçma sapan madde, Ceza Kanunu’na sokuldu. Varsayalım ki, Orhan Pamuk, “tutarsız” davrandı; ne fark eder? Şayet “tutarlı” davransaydı, Elif Şafak, yazdığı bir romandaki, roman kahramanının sözlerinden ötürü mahkemeye verilmeyecek miydi? Hrant Dink mahkûm edilmeyecek miydi?
301’e dayanarak açılmış 60 dolayında dava var; bu davalar Orhan Pamuk’un davası, onun “tutarsızlığı” yüzünden düşmediği için mi açıldı, Türk Ceza Kanunu’nda 301 diye madde olduğu için mi? (...)
Bu maddeyi “nalıncı keseri” gibi savcıların ve yargıçların eline veren “Türklüğü aşağılamak” gibi son derece “sübjektif” bir hüküm. Hukukun “objektifliği” yani “nesnelliği” ilkesine aykırı. Bana kalırsa, Elif Şafak hakkında, asıl “Türklüğü aşağılamak”, bir roman karakterinin sözlerinden ötürü dava açmak. Zira, bu mantıkla dava açılırsa, dünya edebiyatının en büyük romancısı Fyodr Dostoyevski, ölümsüz romanı “Karamazov Kardeşler”in ünlü karakteri Raskolnikov’tan ötürü “cinayete azmettirmekten” veya “kanunun suç saydığı fiili övmek”ten başını Türk yargısından kurtaramazdı. Raskolnikov, bir katildi. Veya, Gustave Flaubert’i de “Madame Bovary” romanından ötürü “fuhşa teşvik”ten mahkemeye vermek gerekebilirdi.
Elif Şafak’a romanındaki bir karakterin sözlerinden yola çıkarak dava açmak, tüm dünyada “akıl almaz bir geri zekalılık” gibi algılanabileceği için, bunu yapmış olmak, Türk devlet ve hukuk sisteminin “geri zekalılıktan malul olduğu” gibi bir uluslararası algılamaya yol açacağı için pekâlâ “Türklüğü aşağılamak” sayılabilir ve bu konuda “suç duyurusu”nda bulunanlar ve “mahkeme açanlar” için “Türklüğü aşağılamak” maddesi yani 301 işletilebilir. Böyle bir kanun maddesi olmaz. Bu madde kaldıkça, Türkiye’nin AB yolunda Kıbrıs Rumları’na limanları ve havaalanlarını açıp açmamak gerekçesiyle “tren kazası” na ihtiyaç yok. “Tren kazası” 301’in bizzat kendisi. Hükümet, “içindeki çatlak” nedeniyle 301 konusunda besbelli zorlanıyor.
Yoksa, Abdullah Gül’ün, hatta bizzat Başbakan Tayyip Erdoğan’ın, bu 301’in Türkiye’nin “siyasi ufukları”nı ne denli karartacağını görmekte oldukları anlaşılıyor. Böyle bir durumda, muhalefetin “demokratik zemin” üzerinden hareket etmesi beklenir. Ana muhalefet partisi CHP ise bu noktada tam anlamıyla bir “yüz kızartıcı” davranış sergiliyor. Böyle bir parti, sadece 301 ve “Dokuzuncu Uyuma Paketi” görüşmelerindeki tavrından ötürü bile “sosyal demokrat sıfatı”ndan “boşanmış” addedilebilir. Sosyalist Enternasyonal’in bu partiyi ihraç etmesi gerekiyor. (...)
AB Komisyonu’nun “Türkiye İlerleme Raporu”, 24 Ekim’de yayınlanacak iken, 8 Kasım’a ertelendi. Nedeni, 301’in ortadan kaldırılması için hükümete ve parlamentoya zaman tanımak. Önümüzde, 301’in kaldırılması ve Vakıflar Kanunu’nda yapılması gereken değişiklikler uzanıyor. Bütün bunlar, yasa değiştirme ya da düzeltme meseleleri değil. Ya ne? Şu: 1. Türkiye, “demokratik bir ülke” olmaya; 2. AB hedefinde ilerlemeye kararlı mıdır değil midir? Yani, konu, bir iktidar içi görüş ayrılığı veya bir sıradan “iktidar-muhalefet itişmesi” olmaktan çıkmış, bir “ülke sorunu” haline dönüşmüştür.
Bugün, 26.9.2006
|