Hep yazıyorum: Türkiye’de tam demokrasi yok; militarizmin vesayeti altında yarı askerî, yarı demokratik bir rejim var. Demokratik rejimlerde, bizim Anayasamızda da yazıldığı gibi, egemenlik milletindir. Millet bu egemenliğini seçtiği temsilciler eliyle kullanır. Ülke, milletin seçtiği parlamentonun oluşturduğu hükûmetler tarafından yönetilir. Başta silahlı kuvvetler olmak üzere, yürütme organının bütün unsurları, kayıtsız şartsız hükûmetin emrindedir.
AB’nin, birlik ve bütünlüğümüzle ilgili müdahalelerine haklı olarak kızıp tepki gösteriyoruz. Lâkin, AB bazen haklı tesbitlerde de bulunuyor. Bu haklı tesbitlerinin başında da, Türkiye’de silahlı kuvvetlerin gereğinden daha fazla yönetimde söz sahibi olması geliyor. Zaten bu da ‘militarizm’ demektir.
Silahlı kuvvetlerin bütün dünyada tek görevi vardır: Millî savunma. Eğer silahlı kuvvetler bunun haricindeki bir alanda ağırlığını koymaya kalkarsa; o ülkenin rejimi artık ‘demokrasi’ olmaktan çıkar; ‘askerî vesayet’ rejimi olur. Türkiye’de de 27 Mayıs’tan sonraki yaklaşık yarım asırlık dönemde durum budur.
Dünyanın neresinde genelkurmay başkanlarının, kuvvet komutanlarının, yüksek rütbeli generallerin, ülkenin meşru yöneticilerinin, başbakanlarının, bakanlarının gözünün içine baka baka ‘laiklik dersi’ verdiği ve onları yerden yere vurduğu görülmüştür? Dünyanın neresinde bir kanun tasarısı görüşülürken, konuyla hiç bir ilgisi olmayan askerî mercîler bildiri yayınlarlar? Dünyanın neresinde siyasî iktidarlar askerin müdahalesinden ürkerek icraatlarını ayarlarlar? Dünyanın neresinde silahlı kuvvetlerin komuta değişikliklerinde ve devir teslim merasimlerinde siyasîler elleri yüreklerinde beklerler?
O halde, Türkiye’deki siyasî rejime nasıl olur da demokrasi dersiniz?
***
Ülkenin Kara Kuvvetleri Komutanı, kalkıp şöyle konuşuyor: ‘Bugün, üzülerek ifade etmek istiyorum ki; irticai tehdit, bazı kesimler kabul etmese de, kaygı verici boyutlara ulaşmaktadır. Devrimlerin; bazı kesimler tarafından bilinçli, sabırlı ve planlı bir biçimde aşındırılmaya çalışıldığı ve bu yönde de kayda değer mesafe alındığı bir gerçektir.’
Genelkurmay Başkanı da, devir teslim konuşmasında Türkiye’nin hiç bu kadar kötü duruma düşmediğini söylemişti.
Bir defa, bütün bu iddialar bütünüyle yanlıştır ve gerçeklere aykırıdır. Türkiye, asla kötü durumda filan değildir. Cumhuriyet de tehdit altına girmemiştir. Bu dediklerimi herkesle tartışmaya hazırım. Türkiye’nin toprak bütünlüğü konusunda bazı spekülasyonlar yapılsa da, bunlar laf ü güzaftan öte bir değer taşımamaktadır. Dinî konularda kaygı verici boyutlara ulaştığı ileri sürülen ‘irtica’ ise bir hayalden ibarettir.
Birkaç çarşaflı, şalvarlı marjinal grubun ortalıkta dolaşması haricinde, Türkiye’de irticanın arttığı ifadesi tamamen boş bir iddiadan başka değer taşımaz.
İkincisi, Komutan’ın kastettiği, ‘irticaî tehdidi kabul etmeyen kesimler’ ve ‘devrimleri bilinçli, sabırlı ve planlı bir biçimde aşındırmaya çalışan kesimler’ kimlerdir? Demirel’in dediği gibi kimse karnından konuşmasın. Bugün, TBMM’nin üçte ikisi ve hükûmet ‘irtica tehdidi’ni kabul etmiyor; en önemlisi milletin büyük çoğunluğu bunu kabul etmiyor ve bu tarz iddiaları kendi inancına saldırı olarak algılıyor. Sonra, devrimleri aşındırmaya çalışan siyasî iktidar mıdır? Bunun da açıkça tesbiti gerekir. Eğer öyle iddia ediliyorsa, bir komutanın, emrinde olduğu hükûmeti bu şekilde eleştirmesi hangi demokratik kaideye uygundur, bana söyler misiniz?
***
Bu zihniyetle demokrasi olmaz. Ne yazık ki, -vatanseverce kaygılarla olsa da- askerin siyasî iktidara yan baktığı ve kendisini ‘devrim muhafızı’ olarak gördüğü bir ülkede demokratik rejimi yerine oturtamazsınız.
Radikal, 26.9.2006
|