Deniz Baykal’ın önceki gün CHP Meclis Grubu’nda yaptığı konuşmanın metnini okurken dalıp geçmişe gittim. Çok uzak geçmişe de değil, 2002 yılının yaz sonuna... Türkiye koşar adım seçime gidiyordu. (...)
Seçim kampanyalarının en pozitif konusu, halka en çok umut veren konusu AB idi. Partiler hangisinin daha reformcu olduğunu kanıtlamak için yarış halindeydi. AB’ye ve IMF’ye karşı çıkan iki parti, MHP ve Genç Parti’nin söylemi bir çeşit arka plan gürültüsü gibiydi.
Daha sonra seçimden başarıyla çıkacak iki parti, CHP ile daha birkaç ay önce kurulmuş AKP işte bu iki alanda yarışıyordu. AB ve IMF programı. Bir hayli ileri ifadelerle vaatler sunuluyor, TV konuşmaları yapılıyordu. Açıkçası o dönem AKP’nin derdi, bu iki konuda basın ve iş dünyası önünde inandırıcılık sağlamaktı. CHP’nin inandırıcılık sorunu belki yoktu o zamanlar ama kimse bu partinin iktidar olabileceğine pek ihtimal vermiyordu.
Seçim sonucunu biliyorsunuz, AKP tek başına iktidar oldu, CHP ise tek başına muhalefet. Seçmen, Türkiye’yi tarihinin en ağır krizine sokan eski siyasi anlayışı sandığa gömmüştü.
Seçim sonrasında, hayret verici biçimde iktidar ve muhalefetin sözlerini tuttuklarını gördük. İktidar AB reform paketlerini, Anayasa değişikliklerini vs. Meclis’e sunuyor, bunlar CHP’nin de oylarıyla hızla yasalaşıyordu.
TBMM, AB konusunda bir olmuştu. Bu görüntü Avrupa’yı da çok etkiliyordu. Elbette bu etkileyici tablonun ve ortak çabanın semeresi de alındı, 2002 sonunda AB’den müzakere tarihi elde etmek ‘hayal’ gibiydi, bugün AB ile tam üyelik müzakerelerini yürüten, ilk fasılda müzakereyi tamamlamış bir ülke haline geldik.
Geldik ama orada durduk. Şimdi 13 ay sonra genel seçim var ve ülke beş yıl önceki havadan tamamen uzaklaşmış durumda. Bir kere ortada ekonomik kriz yok. AB nedense insanlara umut da vermiyor (Bunda Avrupalıların söz ve davranışlarının da büyük önemi var).
Meclis yeniden AB reformlarını görüşmek için toplanmış durumda ama bunlar sahiden reform niteliğinde tasarılar mı, su götürür.
Biliyorsunuz, Türkiye’nin AB ile müzakerelere başlaması, AB’nin bizim Kopenhag Kriterleri’ni yerine getirme konusunda ‘kritik
eşik’i aştığımıza karar vermesi sayesinde oldu. Dün de yazdım, 301. madde, Türkiye’yi o ‘kritik eşik’ten geri düşürebilecek mahiyette. Türkiye hâlâ daha kriterleri tam olarak yerine getirebilmiş de değil. Bu alanda hiçbir ilerleme sağlamamak, hiçbir yeni reform gerçekleştirmemek de Türkiye’yi eşikten geri düşürebilir. (...)
Meclis’teki pakette 301. madde değişikliği yok. 1 Ekim’den sonra Meclis normal çalışma düzenine geçtiğinde olabilir mi? Umarım olur.
Buraya kadar yazdıklarım, hükümetin AB konusunda patinaj yaptığını, gerekli ve yeterli inisiyatifi ortaya koymadığını gösteriyor. Hükümet AB konusunu uyutmuş gibi gözüküyor.
Peki ya bundan dört yıl önce AB’ye çok hevesli olan, hevesini 17 Aralık 2004’e kadar da koruyan muhalefet? Yazının başında belirttim, ana muhalefetteki CHP’nin lideri kendi ağzından artık AB’ye karşı olduklarını, benim yetersiz bulduğum reformları bile ‘ülkeyi peşkeş çekme’nin veya ‘ülkeyi Sevr sürecine sokma’nın veya ‘Avrupa istiyor diye milli olmaktan vazgeçme’nin belirtisi olarak sayıyor.
Baksanıza, işi vakıf mallarını iade edersek Ayasofya’yı elden çıkaracağımızı, Türk müdürleri azınlık okullarından çıkarırsak da Osmanlı döneminin misyoner okullarına geri döneceğimizi iddia etmeye kadar vardırdılar.
Gördüğünüz gibi aradan dört yıl geçtikten sonra durum şu: İktidar partisi AB konusunu uyutmayı, dikenli meseleleri gelecek yıl yapılacak seçimlerden sonraya bırakmayı tercih ediyor; ana muhalefet partisi ise AB konusundaki eski pozisyonunu tamamen unutmuş durumda, şimdi AB’ye karşı olduğunu açıklıyor.
Durumumuz pek iç açıcı değil anlayacağınız.
Radikal, 21.9.2006
|