Fatih’in Çarşamba semtinden yayılan görüntüler, kimilerinin vücut kimyasını bozmuş durumda.
Ne yapalım?
Bir sabah vakti erken tanklarla girip Çarşamba’yı dağıtalım mı?..
Ne dersiniz?
Çarşamba görüntüleri gibi, yine aynı semtteki İsmailağa Camii’nde işlenen çifte cinayet, ya da bir cinayet, bir linç de vücut kimyalarını bozdu, siyasetimizi sarstı.
Ortalık toz duman.
Bu kez tarikatları, cemaatleri gündeme aldık. Her kafadan bir ses çıkıyor. Konuyu demokrasi içinde yerli yerine oturtma çabası yerine, her zamanki kutuplaşma veya cepheleşme alışkanlığımız uç verdi.
Mevzilendik, ateşe başladık.
Hiç değişmiyor.
Medya bu arada ‘Çarşamba muhiti’ni yıllar sonra yeniden keşfetti. Takkeli, çember sakallı, cübbeli, kara çarşaflı görüntüler eşliğinde, Türkiye’nin bir ‘İslam devleti’ne ne kadar yakın, ne kadar uzak olduğu yolundaki sorular bazı odaklarda kaygıya yol açtı.
Başbakan Erdoğan’ın tutumu da yatıştırıcı, yol gösterici olmadı. Olayın tepesinde kalıp gerçeğin ortaya çıkmasına katkıda bulunacak bir tavır sergilemedi.
Hükümet kanadından da sanki tarafmış izlenimi yayıldı. Polis özellikle işin başında iyi sınav vermedi.
İsmailağa Camii olayı ve Çarşamba görüntüleri üzerinden AKP’ye yaylım ateşi açan bazı odaklarda, bu işin ‘karakolda biteceği’ne dair temenni kokan değerlendirmeler yapıldı, yapılıyor.
Hiçbiri şaşırtıcı değil.
Kısacası, Türkiye yıllar sonra yeniden cepheleştirilmek isteniyor.
Olayın özü budur.
1950’lerde vatan cepheleri kurulmuştu. Demokrat Partili - Halk Partili diye saflara bölünmüştü Türkiye. Sonra devrimciler-ülkücüler sahneye çıktı. Katliamlar yaşandı Sünni-Alevi kavgalarıyla...
Askeri darbelere sürüklendik.
Anlaşılan daha bitmedi.
Şimdi de Türk-Kürt yangını çıkartılmak isteniyor. Şeriatçı-laikçi cephelere bölünmek için kızıştırılıyoruz.
Belki de Çankaya Savaşları başladı!
Herşey olabilir.
Demokrasi kolay deği!
Türkiye’nin, bazı temel sorunlarını demokratik rejimin kendi çerçevesi içinde, kendi oyun kurallarıyla çözmeye alışması ya da çözmeyi öğrenmesi zaman, sabır, tecrübe ve eğitim gerektiriyor.
Belki de yeterince acı çekmedik. Acıların olgunlaştırıcı etkisinden demokrasi adına yararlanmak için belki biraz daha kan ve gözyaşı akıtmak lazım.
Kim bilir, bilemiyorum.
Tekrar Çarşamba görüntüleri...
Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte tarikatlar yasaklandı bu ülkede. Tekke ve zaviyeler kapatıldı.
Ama ne oldu?
Hepsi yeraltına indi. Bugüne kadar varlıklarını korudular. Hatta geliştiler.
Ne yapacaksınız bu durumda?
Askeri bir darbeyle demokrasiyi askıya alıp yeniden mıntıka temizliği mi?.. Bunca yıllık yasakçılık, bunca yılın demokrasi dışı uygulamaları ne sonuç verdi ki, bundan sonra verecek Allah aşkına?..
Durun, soğukkanlı düşünün.
Hasan Celal Güzel önceki gün Radikal’deki köşesinde şöyle yazdı:
“Ben ehl-i tarîk, yani tarikat mensubu değilim. Olabilirdim de. İnsanın inanç dünyası tamamen kendi şahsına aittir ve kimseyi ilgilendirmez. Nakşibendi tarikatı mensubu rahmetli Özal, bu ülkede başbakanlık ve cumhurbaşkanlığı yaptı. Bu inancından dolayı kime, ne türlü zararı dokundu?
Hani ‘Herkes vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyetine sahip’ti? (Anayasa md.24) Bir kısım insanın, genele uygun olmayan kıyafeti bizi neden rahatsız ediyor? Bırakınız da herkes inandığı, istediği gibi yaşasın... Bu tarz giyimi beğenmeyebilirsiniz. Ama herkes sizin beğendiğiniz gibi giyinmek ve yaşamak zorunda mıdır?
Peki, şimdi bunları ne yapalım? Hepsini toplayıp gaz odalarına mı dolduralım? yoksa zorla cübbelerini, şalvarlarını, çarşaflarını çıkarıp berbere, kuaföre mi gönderelim?”
Hasan Celal Güzel’in sorularına bir tane de ben ekleyebilirim:
Tanklarla girip Çarşamba’yı dağıtalım mı? Ne dersiniz?
Milliyet, 16.9.2006
|