Hani sorulsa, rakamlarla kanıtlayamayacağınız, hipotezlerle geliştiremeyeceğiniz, pozitivistlerle konuşamayacağınız, zaten bu hususta yapılmış pek fazla araştırmaya rastlayamayacağınız, dolayısıyla daha çok sezgileriniz ve gözlemlerinizle vardığınız kimi sonuçlar vardır hayatta.
İşte benim için bu savlardan birisi: Dindarlık söz konusu olduğunda, kadınlar erkeklerden çok daha uç noktalara çok daha çabuk gidebilmeye ve o uç noktalarda daha uzun süre, inatla kalabilmeye daha yatkınlar. “Dindarlık”tan kastım, düpedüz “inanç” değil, hatta “inancın gündelik hayattaki tezahürü” de değil sadece. Burada “dindarlık”tan kastım, daha ziyade “inancın ve ibadetin gündelik hayatın temel mayasını ve ana eksenini oluşturması”. İnancın yanı sıra daimi ve şaşmaz ve tekerrüre dayalı bir “ibadet ve nedamet ve şehadet”... Tam da bu çerçevede kadınlar erkeklerden daha dindarlar. Sadece İslam coğrafyası değil sözünü ettiğim, meselenin daha evrensel olduğu kanaatindeyim. Bir başka ifadeyle: Sadece Türkiye’de ya da bu coğrafyada değil, tüm dünyada, tüm dinlerde (ve bilhassa tek tanrılı dinlerde), kadınların erkeklerden daha dindar olduğunu gözlemliyorum.
Küçük bir kesit, geçmişten. 1970’li yıllar, çocukluğum, Ankara. Anneannemin yanındayım. Bir sahne gözlerimin önünden silinmeyen: Karbeyaz tülbentleri başlarına örtmüş kadınlar bir odada toplanmışlar, farklı yaşlardan ama çoğu yaşlı diye kalmış aklımda, ölülerinin ruhu şâd olsun diye hatim indirmekteler, hem ağlayıp hem dua ediyorlar beraber, sallanarak sadece kendilerinin duyduğu bir ritimle. Ortada hiç çocuk yok, benden başka. Hava ağır, yoğun. Ses çıkarmaya korkarak izliyorum onları. O günden aklımda kalan tülbent inceliğinde, tülbent sadeliğinde bir sahne. Derken 1980’li yıllar. İspanya, Madrid’deyim bu sefer. Bir başka sahne alıyor berikinin yerini. Okula gitmek üzere evden çıktığımda yan dairenin kapısı aralık. O aralık kapıdan başımı uzattığımda gördüğüm: Bir odada toplanmış bir sürü kadın, tepeden tırnağa siyahlara bürünmüşler, siyah elbiseler, siyah hırkalar, kimileri başlarına siyah bir tül bırakmış yumuşakça, farklı yaşlardan ama çoğu yaşlı diye kalmış aklımda, hem dua edip hem ağlıyorlar, sallanarak sadece kendilerinin duyduğu bir ritimle.
Ankara’daki o Müslüman, Madrid’deki o Katolik kadınlar, ilk bakışta birbirlerinden çok farklı gibi görünseler de, aslında aynı dili konuşuyorlar: inancın kadıncası. Kullandıkları kelimeler, ettikleri dualar ve taşıdıkları semboller birbirinden son derece farklı; ama alabildiğine benzer bir tutkuyla sarılıyorlar inançlarına, benzer bir ibadet ağı kuşatıyor gündelik yaşamlarını, kendi elleriyle ördükleri bir dünyadalar, dünyevi olmayan bir dünya, erkeklerin, hatta kocalarının oğullarının babalarının dahi pek bilmediği bir kozadalar... Kimilerine göre aslında “biyolojik” kadınların daha dindar olmasının sebebi, bir bakıma “fıtratları gereği”. Kimilerine göre de “annelik” bunun sebebi; anne olan yaratmaya, korumaya ve şükretmeye daha meyilli.
Bense daha sosyo-ekonomik bir çerçeveden bakmaya taraftarım. Geleneksel toplumlarda, klasik aile yapılarında erkekler gündelik hayatta “dışarı çıkmak”, toplumla karışmak, daha pratik daha dünyevi daha esnek olmak durumundalar çoğu zaman. Oysa sözünü ettiğim bu kadınlar, hele hele yaşlılığın verdiği dokunulmazlıktan da yararlanarak, uhrevi kozalarından çıkmadan senebesene yaşayabilir, hatta son nefeslerini orada verebilirler. Nice ailenin dindarlık pusulası olan bu tür anneanneler, haminneler, yengeler, halalar vardır. Odalarından pek çıkmayan, toplumla pek haşır neşir olmayan, etliye sütlüye karışmayan, aldıkları kültürel ve dinsel mirası vargüçleriyle torunlarına aktaran, ibadetlerini gündelik hayatın ihtiyaçlarına göre değil, gündelik hayatlarını ibadet ihtiyaçlarına göre şekillendiren kadınlar... Sünni ya da Şii Müslüman, Katolik ya da Ortodoks Hıristiyan veya Yahudi kadınlar, ailelerinin dahi kozalarını tam olarak aralayamadığı sır küpleri... Onlara baktıkça, düşünmeden edemiyorum: Tüm dünyada kadınlar erkeklerden daha dindarlar.
Zaman, 5.9.2006
|