Kayıpsız savaş olmaz. Savaş şiddet demek, ölüm demektir, hem savaşalım hem de hiç kimse ölmesin diyemezsiniz.
Savaş şiddet demek, ölüm demektir, hem savaşalım hem de hiç kimse ölmesin diyemezsiniz. Savaşıp savaşmamayı da her zaman siz seçemezsiniz. Birileri size savaşı dayatabilir; savaşmaktan başka seçenek bırakmayabilir. Ama savaşın mümkün olan en az kayıpla yürütüp yürütülmediği, hep sorulması gereken sorudur. Bunun bir hesabı kitabı vardır herhalde ve savaş yönetmek bir meslekse eğer, bu meslekte başarı ya da başarısızlık ölçüsü de budur. İyi bir asker, mesleğinde usta bir komutan savaşı mümkün olan en az kayıpla ve en kısa sürede bitiren komutandır. Önceki gün kalkan şehit cenazelerinde alışık olmadığımız bir isyana tanık olduk. Anne ve babalar ilk defa “vatan sağolsun” demediler, “bir oğlumuz gittiyse sırada iki oğlumuz daha var” demediler. Aileler ilk defa oğullarının hakkını helal etmediler. Onun yerine rahatsız edici sorular sordular: Neden sadece bizim çocuklarımız ölüyor, dediler. Devlet neden oğullarımıza bir çelik yelek bile vermedi diye sordular. Daha ileri gidip bu çocukları üç günlük silah eğitimiyle böyle dağlara sürüp adam öldürmelerini istemenin doğru olup olmadığını sordular. Aslında yadırganacak hiçbir şey yok bu sorgulamalarda. Asıl garip olan yirmi yıldır hiçbir soru sormadan, “vatan sağolsun” kaderciliğiyle şehit cenazesi kaldırmaktı. Deprem evlerimizi yıktığı zaman mühendislerin, mimarların işlerini iyi yapıp yapmadıklarını tartışıyor, hatta kimilerini mahkemelerde yargılıyoruz. Hastamız ameliyat masasında kaldığında cerrahın ustalığını sorguluyoruz. Bu savaş yirmi yıldır bir türlü bitirilemiyorsa, çocuklarımız yirmi yıldır sapır sapır ölüyorsa komutanlarımızın savaş yönetme ustalığını da sorgulayacağız elbette. Özellikle de böyle, bir günde 7 şehit haberi birden geldiğinde, “nasıl öldüler?” diye soracağız. “Bu ölümler kaçınılmaz mıydı,yoksa önlenebilir miydi? Hata neredeydi; istihbaratta mı, planlamada mı, taktikte mi?” diye sorup doyurucu açıklamalar bekleyeceğiz. Sadece tek tek operasyonlarla ilgili değil, genel olarak bu savaş, daha az zayiatla yönetilemez mi diye de soracağız. Ve nasıl mühendislerimizin, doktorlarımızın bizi ikna etmelerini bekliyorsak, komutanlarımızın da açıklama yapmalarını bekleyeceğiz. Aslında genel olarak kafamıza takılan soru şu: Avrupa’nın, Balkanlar’ın ve Ortadoğu’nun en büyük ordusunu besliyoruz. Her fırsatta “büyük devlet- güçlü ordu”muzla övünüyoruz. Bu ordunun dünyada terörle mücadelede en uzun deneyime sahip ordusu olduğunu söyleyip duruyoruz. Bu orduyu dünyanın pek az ordusunun sahip olduğu yetkilerle donatmışız. Alet edevat, silah-mühimmat bakımından hiçbir fedakârlıktan kaçınmamışız. Peki neden 20 yıldır terörün belini kıramıyoruz bir türlü? Neden bu savaşı bir türlü bitiremiyoruz; ya da iyice marjinalleştiremiyoruz? Terörle mücadele konusundaki askeri becerimizi neden bir türlü geliştiremiyoruz? Bu kadar ölüm normal mi? Yoksa kayıpların yüksek oluşunun ardında, askeri eğitimi yetersiz acemi erlerin savaşa sürülüşü mü yatıyor? Bu acemi erlerin yerini savaşmayı meslek edinmiş tecrübeli profesyonellerin alması mı gerekiyor? Sebep dış destekse, neden sınırdan sızmaları bir türlü engelleyemiyoruz? “Askeri çözüm mü politik çözüm mü” diye sorup duracağımıza, iki ayrı işi birbirinin karşısına koyup tartışmayı çıkmaza sokacağımıza, herkesin üstüne düşeni doğru dürüst yapmasının zamanı geldi de geçiyor bile... Politikacılar, kendi üstlerine düşeni büyük ölçüde yaptı, kalanı daha da hızlandırarak gerçekleştirmeli; eksik kalan reformları tamamlamalı, siyasi çözüm arayışlarını da sürdürmeli bir yandan. Ama bu arada asker de, teröriste karşı artık gerçek bir “askeri çözüm” beklediğimizi hem de sabırsızlıkla beklediğimizi unutmamalı. Eğer bunu başaramıyorsa, en azından neden hâlâ başaramadığını açıklamalı; nerede nasıl bir hata yaptığını, nerede zaaf gösterdiğini izah etme sorumluluğunu duymalı.
Bugün, 5.9.2006
|