Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 06 Eylül 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Vatan sağolsun ama...

Kayıpsız savaş olmaz. Savaş şiddet demek, ölüm demektir, hem savaşalım hem de hiç kimse ölmesin diyemezsiniz.

Savaş şiddet demek, ölüm demektir, hem savaşalım hem de hiç kimse ölmesin diyemezsiniz. Savaşıp savaşmamayı da her zaman siz seçemezsiniz. Birileri size savaşı dayatabilir; savaşmaktan başka seçenek bırakmayabilir. Ama savaşın mümkün olan en az kayıpla yürütüp yürütülmediği, hep sorulması gereken sorudur. Bunun bir hesabı kitabı vardır herhalde ve savaş yönetmek bir meslekse eğer, bu meslekte başarı ya da başarısızlık ölçüsü de budur. İyi bir asker, mesleğinde usta bir komutan savaşı mümkün olan en az kayıpla ve en kısa sürede bitiren komutandır. Önceki gün kalkan şehit cenazelerinde alışık olmadığımız bir isyana tanık olduk. Anne ve babalar ilk defa “vatan sağolsun” demediler, “bir oğlumuz gittiyse sırada iki oğlumuz daha var” demediler. Aileler ilk defa oğullarının hakkını helal etmediler. Onun yerine rahatsız edici sorular sordular: Neden sadece bizim çocuklarımız ölüyor, dediler. Devlet neden oğullarımıza bir çelik yelek bile vermedi diye sordular. Daha ileri gidip bu çocukları üç günlük silah eğitimiyle böyle dağlara sürüp adam öldürmelerini istemenin doğru olup olmadığını sordular. Aslında yadırganacak hiçbir şey yok bu sorgulamalarda. Asıl garip olan yirmi yıldır hiçbir soru sormadan, “vatan sağolsun” kaderciliğiyle şehit cenazesi kaldırmaktı. Deprem evlerimizi yıktığı zaman mühendislerin, mimarların işlerini iyi yapıp yapmadıklarını tartışıyor, hatta kimilerini mahkemelerde yargılıyoruz. Hastamız ameliyat masasında kaldığında cerrahın ustalığını sorguluyoruz. Bu savaş yirmi yıldır bir türlü bitirilemiyorsa, çocuklarımız yirmi yıldır sapır sapır ölüyorsa komutanlarımızın savaş yönetme ustalığını da sorgulayacağız elbette. Özellikle de böyle, bir günde 7 şehit haberi birden geldiğinde, “nasıl öldüler?” diye soracağız. “Bu ölümler kaçınılmaz mıydı,yoksa önlenebilir miydi? Hata neredeydi; istihbaratta mı, planlamada mı, taktikte mi?” diye sorup doyurucu açıklamalar bekleyeceğiz. Sadece tek tek operasyonlarla ilgili değil, genel olarak bu savaş, daha az zayiatla yönetilemez mi diye de soracağız. Ve nasıl mühendislerimizin, doktorlarımızın bizi ikna etmelerini bekliyorsak, komutanlarımızın da açıklama yapmalarını bekleyeceğiz. Aslında genel olarak kafamıza takılan soru şu: Avrupa’nın, Balkanlar’ın ve Ortadoğu’nun en büyük ordusunu besliyoruz. Her fırsatta “büyük devlet- güçlü ordu”muzla övünüyoruz. Bu ordunun dünyada terörle mücadelede en uzun deneyime sahip ordusu olduğunu söyleyip duruyoruz. Bu orduyu dünyanın pek az ordusunun sahip olduğu yetkilerle donatmışız. Alet edevat, silah-mühimmat bakımından hiçbir fedakârlıktan kaçınmamışız. Peki neden 20 yıldır terörün belini kıramıyoruz bir türlü? Neden bu savaşı bir türlü bitiremiyoruz; ya da iyice marjinalleştiremiyoruz? Terörle mücadele konusundaki askeri becerimizi neden bir türlü geliştiremiyoruz? Bu kadar ölüm normal mi? Yoksa kayıpların yüksek oluşunun ardında, askeri eğitimi yetersiz acemi erlerin savaşa sürülüşü mü yatıyor? Bu acemi erlerin yerini savaşmayı meslek edinmiş tecrübeli profesyonellerin alması mı gerekiyor? Sebep dış destekse, neden sınırdan sızmaları bir türlü engelleyemiyoruz? “Askeri çözüm mü politik çözüm mü” diye sorup duracağımıza, iki ayrı işi birbirinin karşısına koyup tartışmayı çıkmaza sokacağımıza, herkesin üstüne düşeni doğru dürüst yapmasının zamanı geldi de geçiyor bile... Politikacılar, kendi üstlerine düşeni büyük ölçüde yaptı, kalanı daha da hızlandırarak gerçekleştirmeli; eksik kalan reformları tamamlamalı, siyasi çözüm arayışlarını da sürdürmeli bir yandan. Ama bu arada asker de, teröriste karşı artık gerçek bir “askeri çözüm” beklediğimizi hem de sabırsızlıkla beklediğimizi unutmamalı. Eğer bunu başaramıyorsa, en azından neden hâlâ başaramadığını açıklamalı; nerede nasıl bir hata yaptığını, nerede zaaf gösterdiğini izah etme sorumluluğunu duymalı.

Bugün, 5.9.2006

Gülay GÖKTÜRK

06.09.2006


 

Basit Lübnan gerçekleri

Lübnan’da BM gücüne katılacak asker konusu hak ettiğinden çok aşırı bir tartışma yarattı.

UNIFIL savaşmaz

Son yazıda UNIFIL’in adı konmamış bir barış dayatma operasyonu olduğunu belirtmiştim. Bunun 1701 sayılı kararın 8 ve 11. maddelerinde açıkça yazdığını, yorum farklılığının ise kararın orada konuşlanacak gücü ve savaşın taraflarını bağlayıcı olacak BM Sözleşmesi 7. başlığına açıkça dayandırılmamış olmasından kaynaklandığını söylemiştim.

BM Barışkoruma Operasyonları Departmanı (DPKO) 19 Ağustos’ta tüm BM üye ülkelerine UNIFIL için belirlenen “çatışmaya girme kuralları”nın (rules of engagement) müsveddesini verdi. Belge “Lübnan hükümetini desteklerken, onun talebi doğrultusunda ve, yabancı güçler, silâh ve mühimmatın hükümetin rızası olmaksızın ülkeye girmelerini engellemek amacıyla, Lübnan’ın hudutlarını ve diğer giriş noktalarını güvence altına almak için ölümcül güce varana kadar ve ölümcül güç de dahil olmak üzere güç kullanımı”ndan söz ediyor.

Muğlaklık çatışmaya girme kurallarının kamuoylarına yansımasıyla bir nebze olsun azaldı ve mesele şimdi UNIFIL komutasının ölümcül güç kullanımını nasıl yorumlayacağında.

Esasında BM gücü elinde yeterli görev tarifi olmadığından değil, güç BM gücü olduğundan muharebeye girmeyecek. Daha önceki barışkoruma operasyonlarının çoğunda olduğu gibi.

Lübnan’a faydası olur mu?

Dolayısıyla gidecek asker önce kendini koruyacak ve çatışmaya girmeyecek. UNIFIL sayesinde ne Hizbullah silahsızlandırılacak, ne silah ve mühimmat girişi engellenebilecek. Sadece İsrail bombalarıyla yıkılan bina ve altyapı tamir edilecek. BM gücünün Filistin meselesine dolaylı katkısı ise kocaman bir sıfır olacak.

ABD’nin, BM şapkası altında, azamî sayıda ülkeyi Ortadoğu’da kendisinin ve İsrail’in yapamadığı jandarmalığa teşvik etmesi de, sözkonusu güç BM gücü olduğundan hiçbir sonuç vermeyecek.

Sonuçta ne Lübnan, Filistin ve hatta İsrail, ne de Ortadoğu bölgesi bu operasyondan kalıcı barış anlamında bir sonuç elde edecekler.

Türkiye’nin çıkarı ne olur?

Kardeşlik ve kahramanlık temalarını bir kenara bırakırsak geriye ülkemizin asker yollayarak ağırlığını koyacağı ve AB ile ABD’nin gözüne gireceği tezleri kalıyor. Bu iki aktörün beklenti ve gündemleri çok farklı. ABD bize jandarmalık biçmişken AB Türkiye’nin laik/müslüman kimliğinden yola çıkan farklı bir yaklaşım içinde.

Türkiye, dillerden düşmeyen askerî önemine rağmen AB toplantısına çağrılmadı. Sadece Chirac, Merkel ve Prodi’nin Başbakanı aradığı ve BM gücüne katkı istedikleri söyleniyor.

Bugüne kadar Ortadoğu’da ABD tarafından daima kenarda tutulmuş ve sadece malî yardım sözkonusu olunca hatırlanan AB’nin ABD’nin yarattığı “boşluğu” doldurması olası mı? Bu yeni rol hemen somutlaşacak bir gelişme olmasa da ABD ve İngiltere’nin bölgede uğradıkları derin prestij kaybı AB için bir fırsat olabilir. Türkiye’nin bu çerçevede kendine bir yer edinmesi en mâkul olasılık olarak duruyor. Zira eğer bir gün Ortadoğu barışa nail olacaksa bu katiyen 1948’den bu yana denenen ve herkesin kaybettiği çatışma yoluyla değil AB’nin iktisadî bütünleşme ve diyalog üzerine kurulu “yumuşak gücü”nü örnek alarak olacak. Ülkemiz de bugün için tamamen soyut olan bölgesel ağırlığını AB üyeliği vasıtasıyla somutlaştıracak. Moda tabiriyle, Türkiye’nin ağırlığı AB liginde.

Lübnan’a asker yollayarak AB ile aramızın düzeleceği söylentisine gelince, Türkiye Bosna’da AB’nin bizzat başını çektiği EUFOR gücüne asker veriyor. Bu, ülkemizin AB sürecinde işini ne kolaylaştırdı ne zorlaştırdı. UNIFIL için de aynı durum mevzu bahis.

Cengiz AKTAR

06.09.2006


 

Devriye

Güneydoğudan aldığımız haberler birbirine benziyor. ‘Devriye görevini yapan birliğimiz pusuya düşürüldü ya da yola döşenen mayının uzaktan kumandayla patlatılması sonucu askerlerimiz şehit oldu’ Olayların bu şekilde cereyan etmesine rağmen biz metodumuzu değiştirmiyoruz ve devriye çıkararak terörist arıyoruz. Ölenler askerlik görevini yapmakta olan gençlerimizdir ve kısa sürede terörle mücadele metotlarını öğrendiği varsayılıyor.

Olayların başladığı günden beri bu mücadelede yanlış bir yol izlendiğini düşünüyorum. Kullanılacak birlikler mutlaka profesyonellerden oluşmalıdır ve askerlik görevini yapanlar bu işte kullanılmamalıdır. Uygulamanın hem etkinlik açısından hem de psikolojik olarak olumsuz sonuçlar yaratacağını düşünüyorum. Eğer askerler bu mücadelede kullanılırsa her askere gidenin bu riski taşıdığı düşünülür ve gelen şehit haberleri bu endişeyi pekiştirir.

Geçmişte özel timlerin kullanılması yoluna gidildi ama polis içindeki bu güçlerin siyasi etkilerle hareket ettiği, ideolojik yönlerinin profesyonel kimliklerinin önüne geçtiği görüldüğü için, uygulamadan vazgeçildi. Terörle mücadele birimlerinin Silahlı Kuvvetler bünyesinde oluşturulması ve profesyonel bir kadro olarak örgütlenmesiyle bu olumsuzluk aşılabilir.

Asıl önemli yanlışlık devriye sistemidir. Teröristlerin yeri bilinmemekte ama olmaları muhtemel yerlere asker gönderilerek aranmaktadır. Temas sağlandığında çatışma çıkmakta ve taraflar kayıp vermektedir. Oysa temel kural şu olmalıdır: Terörist aranmaz. Yeri ve sayısı bilinir ve oraya hareket ve ateş gücü yüksek birlikler gönderilir.

Devriye, göreve çıktığı andan itibaren, uygun yerlere yerleştirilen gözlemciler kanalıyla tespit edilir, sayıları, araçları, gidiş yönleri teröristlere bildirilebilir. Eğer olayın uluslararası boyutları da hesaba katılırsa, gizli servisler kanalıyla, çok daha ayrıntılı bilgilere sahip olmaları doğaldır. Çatışan taraflardan birinin çok şey bilmesine rağmen diğer taraf, yani güvenlik güçleri, bilmediği bir şeyi aramaktadır ya da çok az şey bilmektedir. Pusuya düşmek bilmemek demektir.

Bir zamanlar ‘alan hakimiyeti’ olarak ifade edilen ve çatışma bölgesinin her karışında egemen olmak anlamına gelen doktrin zayiatı artıran bir yoldu ve bu yolun izlenmeye devam edildiği anlaşılıyor. Oysa hedef araziyi kontrol değil, çatışan gücü etkisiz hale getirmek olmalıydı ve arazinin bir bölümünün, bir süre, karşı tarafın kontrolünde olmasının önemi yoktu. Hasmı bertaraf etmek yerine araziye sahip çıkmak hedef alınınca bu sonuç doğdu.

Önerdiğim mücadele stratejisini şöyle özetleyebilirim: Silahlı Kuvvetler bölgeyi stratejik olarak kontrol eder ve karşı tarafın kazanımlarının bölgenin aidiyeti açısından bir anlam ifade etmemesini sağlar. Özel birlikler, uygun ve güvenli yerlerde konuşlandırılır ve sadece hakkında bilgi sağladığı, güvenilir ihbarlarla tespit ettiği hedeflere yönelir, çatışır ve geri döner. Dağlarda ve bayırlarda tek bir güvenlik gücü bile dolaşmaz ve bir yeri kimin kontrol ettiğiyle ilgilenmez. Alan hakimiyeti sağlanarak hasım bertaraf edilemez ama hasım yenilmişse zaten alan hakimiyeti de sağlanmış olur.

Bölgede terör estiren gücün belli bir örgüte bağlı olarak hareket ettiğini sanmıyorum ve bugün Lübnan’a asker gönderilmesi tartışılırken ve bazıları ‘Lübnan’a asker göndereceğinize içerdeki terörü engelleyin’ derken artan terör olaylarıyla bu sözler arasında bir bağ olduğunu düşünüyorum. Yani terör sınırlı hedefi olan bir gücün değil, uluslararası hesapları olanların kontrol ettiği bir eyleme benziyor. Yani PKK’nın, El-Kaide gibi, bir adres olarak kullanıldığını, arka planda ülke politikalarını yönlendirmek isteyen bir gücün olabileceğinin hesaba katılması gerektiğini düşünüyorum. Hem değerlendirmelerimizin hem de mücadel

Star, 5.9.2006

Mahir KAYNAK

06.09.2006


 

Kadınlar daha mı dindar olurlar?

Hani sorulsa, rakamlarla kanıtlayamayacağınız, hipotezlerle geliştiremeyeceğiniz, pozitivistlerle konuşamayacağınız, zaten bu hususta yapılmış pek fazla araştırmaya rastlayamayacağınız, dolayısıyla daha çok sezgileriniz ve gözlemlerinizle vardığınız kimi sonuçlar vardır hayatta.

İşte benim için bu savlardan birisi: Dindarlık söz konusu olduğunda, kadınlar erkeklerden çok daha uç noktalara çok daha çabuk gidebilmeye ve o uç noktalarda daha uzun süre, inatla kalabilmeye daha yatkınlar. “Dindarlık”tan kastım, düpedüz “inanç” değil, hatta “inancın gündelik hayattaki tezahürü” de değil sadece. Burada “dindarlık”tan kastım, daha ziyade “inancın ve ibadetin gündelik hayatın temel mayasını ve ana eksenini oluşturması”. İnancın yanı sıra daimi ve şaşmaz ve tekerrüre dayalı bir “ibadet ve nedamet ve şehadet”... Tam da bu çerçevede kadınlar erkeklerden daha dindarlar. Sadece İslam coğrafyası değil sözünü ettiğim, meselenin daha evrensel olduğu kanaatindeyim. Bir başka ifadeyle: Sadece Türkiye’de ya da bu coğrafyada değil, tüm dünyada, tüm dinlerde (ve bilhassa tek tanrılı dinlerde), kadınların erkeklerden daha dindar olduğunu gözlemliyorum.

Küçük bir kesit, geçmişten. 1970’li yıllar, çocukluğum, Ankara. Anneannemin yanındayım. Bir sahne gözlerimin önünden silinmeyen: Karbeyaz tülbentleri başlarına örtmüş kadınlar bir odada toplanmışlar, farklı yaşlardan ama çoğu yaşlı diye kalmış aklımda, ölülerinin ruhu şâd olsun diye hatim indirmekteler, hem ağlayıp hem dua ediyorlar beraber, sallanarak sadece kendilerinin duyduğu bir ritimle. Ortada hiç çocuk yok, benden başka. Hava ağır, yoğun. Ses çıkarmaya korkarak izliyorum onları. O günden aklımda kalan tülbent inceliğinde, tülbent sadeliğinde bir sahne. Derken 1980’li yıllar. İspanya, Madrid’deyim bu sefer. Bir başka sahne alıyor berikinin yerini. Okula gitmek üzere evden çıktığımda yan dairenin kapısı aralık. O aralık kapıdan başımı uzattığımda gördüğüm: Bir odada toplanmış bir sürü kadın, tepeden tırnağa siyahlara bürünmüşler, siyah elbiseler, siyah hırkalar, kimileri başlarına siyah bir tül bırakmış yumuşakça, farklı yaşlardan ama çoğu yaşlı diye kalmış aklımda, hem dua edip hem ağlıyorlar, sallanarak sadece kendilerinin duyduğu bir ritimle.

Ankara’daki o Müslüman, Madrid’deki o Katolik kadınlar, ilk bakışta birbirlerinden çok farklı gibi görünseler de, aslında aynı dili konuşuyorlar: inancın kadıncası. Kullandıkları kelimeler, ettikleri dualar ve taşıdıkları semboller birbirinden son derece farklı; ama alabildiğine benzer bir tutkuyla sarılıyorlar inançlarına, benzer bir ibadet ağı kuşatıyor gündelik yaşamlarını, kendi elleriyle ördükleri bir dünyadalar, dünyevi olmayan bir dünya, erkeklerin, hatta kocalarının oğullarının babalarının dahi pek bilmediği bir kozadalar... Kimilerine göre aslında “biyolojik” kadınların daha dindar olmasının sebebi, bir bakıma “fıtratları gereği”. Kimilerine göre de “annelik” bunun sebebi; anne olan yaratmaya, korumaya ve şükretmeye daha meyilli.

Bense daha sosyo-ekonomik bir çerçeveden bakmaya taraftarım. Geleneksel toplumlarda, klasik aile yapılarında erkekler gündelik hayatta “dışarı çıkmak”, toplumla karışmak, daha pratik daha dünyevi daha esnek olmak durumundalar çoğu zaman. Oysa sözünü ettiğim bu kadınlar, hele hele yaşlılığın verdiği dokunulmazlıktan da yararlanarak, uhrevi kozalarından çıkmadan senebesene yaşayabilir, hatta son nefeslerini orada verebilirler. Nice ailenin dindarlık pusulası olan bu tür anneanneler, haminneler, yengeler, halalar vardır. Odalarından pek çıkmayan, toplumla pek haşır neşir olmayan, etliye sütlüye karışmayan, aldıkları kültürel ve dinsel mirası vargüçleriyle torunlarına aktaran, ibadetlerini gündelik hayatın ihtiyaçlarına göre değil, gündelik hayatlarını ibadet ihtiyaçlarına göre şekillendiren kadınlar... Sünni ya da Şii Müslüman, Katolik ya da Ortodoks Hıristiyan veya Yahudi kadınlar, ailelerinin dahi kozalarını tam olarak aralayamadığı sır küpleri... Onlara baktıkça, düşünmeden edemiyorum: Tüm dünyada kadınlar erkeklerden daha dindarlar.

Zaman, 5.9.2006

Elif ŞAFAK

06.09.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004