Güneydoğudan aldığımız haberler birbirine benziyor. ‘Devriye görevini yapan birliğimiz pusuya düşürüldü ya da yola döşenen mayının uzaktan kumandayla patlatılması sonucu askerlerimiz şehit oldu’ Olayların bu şekilde cereyan etmesine rağmen biz metodumuzu değiştirmiyoruz ve devriye çıkararak terörist arıyoruz. Ölenler askerlik görevini yapmakta olan gençlerimizdir ve kısa sürede terörle mücadele metotlarını öğrendiği varsayılıyor.
Olayların başladığı günden beri bu mücadelede yanlış bir yol izlendiğini düşünüyorum. Kullanılacak birlikler mutlaka profesyonellerden oluşmalıdır ve askerlik görevini yapanlar bu işte kullanılmamalıdır. Uygulamanın hem etkinlik açısından hem de psikolojik olarak olumsuz sonuçlar yaratacağını düşünüyorum. Eğer askerler bu mücadelede kullanılırsa her askere gidenin bu riski taşıdığı düşünülür ve gelen şehit haberleri bu endişeyi pekiştirir.
Geçmişte özel timlerin kullanılması yoluna gidildi ama polis içindeki bu güçlerin siyasi etkilerle hareket ettiği, ideolojik yönlerinin profesyonel kimliklerinin önüne geçtiği görüldüğü için, uygulamadan vazgeçildi. Terörle mücadele birimlerinin Silahlı Kuvvetler bünyesinde oluşturulması ve profesyonel bir kadro olarak örgütlenmesiyle bu olumsuzluk aşılabilir.
Asıl önemli yanlışlık devriye sistemidir. Teröristlerin yeri bilinmemekte ama olmaları muhtemel yerlere asker gönderilerek aranmaktadır. Temas sağlandığında çatışma çıkmakta ve taraflar kayıp vermektedir. Oysa temel kural şu olmalıdır: Terörist aranmaz. Yeri ve sayısı bilinir ve oraya hareket ve ateş gücü yüksek birlikler gönderilir.
Devriye, göreve çıktığı andan itibaren, uygun yerlere yerleştirilen gözlemciler kanalıyla tespit edilir, sayıları, araçları, gidiş yönleri teröristlere bildirilebilir. Eğer olayın uluslararası boyutları da hesaba katılırsa, gizli servisler kanalıyla, çok daha ayrıntılı bilgilere sahip olmaları doğaldır. Çatışan taraflardan birinin çok şey bilmesine rağmen diğer taraf, yani güvenlik güçleri, bilmediği bir şeyi aramaktadır ya da çok az şey bilmektedir. Pusuya düşmek bilmemek demektir.
Bir zamanlar ‘alan hakimiyeti’ olarak ifade edilen ve çatışma bölgesinin her karışında egemen olmak anlamına gelen doktrin zayiatı artıran bir yoldu ve bu yolun izlenmeye devam edildiği anlaşılıyor. Oysa hedef araziyi kontrol değil, çatışan gücü etkisiz hale getirmek olmalıydı ve arazinin bir bölümünün, bir süre, karşı tarafın kontrolünde olmasının önemi yoktu. Hasmı bertaraf etmek yerine araziye sahip çıkmak hedef alınınca bu sonuç doğdu.
Önerdiğim mücadele stratejisini şöyle özetleyebilirim: Silahlı Kuvvetler bölgeyi stratejik olarak kontrol eder ve karşı tarafın kazanımlarının bölgenin aidiyeti açısından bir anlam ifade etmemesini sağlar. Özel birlikler, uygun ve güvenli yerlerde konuşlandırılır ve sadece hakkında bilgi sağladığı, güvenilir ihbarlarla tespit ettiği hedeflere yönelir, çatışır ve geri döner. Dağlarda ve bayırlarda tek bir güvenlik gücü bile dolaşmaz ve bir yeri kimin kontrol ettiğiyle ilgilenmez. Alan hakimiyeti sağlanarak hasım bertaraf edilemez ama hasım yenilmişse zaten alan hakimiyeti de sağlanmış olur.
Bölgede terör estiren gücün belli bir örgüte bağlı olarak hareket ettiğini sanmıyorum ve bugün Lübnan’a asker gönderilmesi tartışılırken ve bazıları ‘Lübnan’a asker göndereceğinize içerdeki terörü engelleyin’ derken artan terör olaylarıyla bu sözler arasında bir bağ olduğunu düşünüyorum. Yani terör sınırlı hedefi olan bir gücün değil, uluslararası hesapları olanların kontrol ettiği bir eyleme benziyor. Yani PKK’nın, El-Kaide gibi, bir adres olarak kullanıldığını, arka planda ülke politikalarını yönlendirmek isteyen bir gücün olabileceğinin hesaba katılması gerektiğini düşünüyorum. Hem değerlendirmelerimizin hem de mücadel
Star, 5.9.2006
|