İlâhiyatçı Profesör Thomas Naumann'ın, Siegen Üniversitesindeki bir toplantıda yaptığı konuşmadan bölümler: * Kur’ân’ı ve Müslümanları tanımayanlar, İslâmın insanları zulme, baskıya ve toleranssızlığa teşvik ettiğini düşünüyorlar. Oysa Kur’ân bunun tam aksini söyler: Müslümanlık bir sulh dinidir ve zorbalığı kat’iyen men eder. * Müslümanlar Bizans’ı fethettiklerinde, bu, zorbalığa uğramış dinî azınlıklar için hürriyete yelken açmak gibiydi. * Avrupa İslâm âlemine çok şey borçludur. Sıfır rakamı ve logaritma gibi matematik kurallarını, astronomi ve tıbbı İslâm dünyasından öğrendi. Sanat ve mimarlık gibi daha birçok alanda da Avrupa Müslümanlardan çok şey aldı. * Kur’ân, cezaleti, belâgati ve fesahati ile en büyük kelâmcıları dahi susturmuş İlâhî bir kelâmdır. Bu kelâmın benzeri olamaz. Katıksızdır, eşsizdir ve mucizedir. * Muhammed (a.s.m.) insanlığa insanlığı öğretti, medeniyeti getirdi. Onun insanlığa sunduğu medeniyetin bir benzerini dünya tarihinde hiç kimse getirememiştir. İşte onun karşısında, huzurunuzda saygı ile eğiliyorum.
Bugün Almanya’da dinî azınlıklar içinde İslâm 3,2 milyon gibi büyük bir nüfus ile ilk sırayı teşkil ediyor. Müslüman halkın Almanya’daki entegrasyonu sadece bu büyük rakamdan dolayı zor değil, Müslümanlar hakkında menfî propaganda yapan medyanın bu entegrasyon yolunda büyük bir mani olması da önemli bir rol oynuyor.
Avrupa (Hıristiyan ve Batı âlemi) İslâmdan korkuyor ve aşırı önyargı ile yaklaşıyor. Avrupa için İslâm, bilâkis 11 Eylül olayından sonra Batı değerlerine münâfî bir din olarak algılanıyor; Avrupa’nın bu menfî tutumu ise yeni değil, tarihe bakarsanız bunun Ortaçağa kadar uzandığını görürsünüz.
Neden Avrupa İslâmdan korkuyor ve İslâm dini hakkında menfi bir tablo çiziyor? İşte bunların historik ve teolojik sebeplerini sizlere izah edeceğim:
‘Arte’ adındaki bir Alman kanalında 1997 yılında yapılan bir araştırma sonucunda, Alman halkının % 47’sinin İslâmdan korktuğu ifade ediliyor. Bugün bu rakam 11 Eylül olayı sayesinde muhakkak artmıştır.
Evet şimdi gelelim ana sorumuza: ‘Avrupa İslâmdan neden bu kadar korkuyor? Bunun asıl sebebi ne?’ Bilindiği gibi bugün İslâm, büyük bir suistimale uğruyor, İslâm birtakım fanatikler için din olmaktan çıkıp, bir nevî ideoloji haline getiriliyor. Gerçek İslâmın bu suistimale uğramış İslâm ile hiçbir alâkasının olmadığını Avrupa aslında çok iyi biliyor; onların asıl korkusu İslâm dininin dünyaya hâkim hâle gelmesi ile beraber, inananlar üzerinde bıraktığı olağanüstü etki.
Yoksa ki Avrupa’nın ta kendisi fanatizme, radikalizme, savaş ve zulme uzun zaman beşiklik etmiştir. İşte buyrun örneklerden bir tanesi: 1. Dünya harbinde Almanlar ile Fransızların birbirleriyle savaşmış olmaları ve bunu yaparken de her iki tarafın bunu Hıristiyanlık adına yapmış olmasıdır.
Bugün böylesi bir hareketi, Hıristiyanlığın siyasî bir takım amaçlar için sûistimal edildiği yönünde yorumluyor ve bu hareketin Hıristiyanlıkta ‘nachstenliebe’ diye adlandırılan kardeşlik sevgisi hususundaki bu mesaja tezat teşkil ettiğini görüyoruz.
İslâm mevzuunda cihad, fanatizm ve radikalizm, farklı inanç mensuplarına karşı toleranssızlık, kadın haklarının rencide edilmesi gibi bir takım yanlış önyargılara kapılıyoruz ve bu İslâm-Hıristiyan diyaloğunu felce uğratıyor. Samimane ifade etmeliyim ki, Kur’ân’ı ve Müslümanları tanımayan ve bilmeyenler İslâmın insanları zulme, baskıya ve toleranssızlığa teşvik ettiğini düşünüyor, oysa ki Kur’ân bunun aksini iddia eder; Müslümanlık bir sulh dinidir, tüzüğü barıştır ve zorbalığı katiyyen men eder.
1988 Rus İmparatorluğunun yıkılışı gerçekleştiğinde, o zamanın NATO baş âmiri John Galvin, Brüksel’de yaptığı veda konuşmasında dünya tarihinin gelecek savaşını ima edercesine şöyle konuştu: ‘Soğuk savaştan galip çıktık. 70 senelik yanıltıdan sonra 1300 senedir asıl sorun teşkil eden hususa gelelim: Bu İslâm ile olan mücadelemizdir.’
‘Profil’ namında Avusturya’daki bir gazete 1993’te komünist manifestosuna dayanan bir konuyu içeren makaleye şu ünvanı verdi: “Karanlık gökyüzündeki ayça. İslâm Avrupa’da hortladı. ‘Kırmızı’ tehlikeden sonra şimdi de ‘yeşil’ tehlike mi bizleri yoksa tehdit edecek?”
Bugün farklı başlıklarda buna benzer birçok manşetlere rastlayabilirsiniz.
Samuel Huntington, 500 sayfa içeren ‘Cash Of Civilization’ adındaki kitabında İslâm ve Batı âleminin çarpışmasını, 21. yüzyılın dünya siyasetinin çatışma ekseni olarak görüyor ve bunu bugün çoğu analizler tasdik ediyor. Ne Hinduizmden, ne Avrupa’daki çekici Budizmden, ne de Şintoizm veya başka bir dünya dininden, Avrupa, İslâmdan korktuğu kadar korkmuyor.
Farz edinki, bugün üniversitemizdeki Müslüman bir öğrenciye deniliyor: ‘Senin dinin bir yalancının uydurmuş olduğu hurafelerden ibaret, özü zulme dayalı, terörizmin rehberliğini yapan, kadını tabiî haklarından mahrum bırakan bir din ve gerilemeye vesile olan bir faktör olmaktan başka bir şey değildir.’
Bu nasıl bir zihniyet? Bu nasıl bir tutum? Bana Muhammed gibi dünyada gelmiş geçmiş bir insan gösterebilir misiniz? Muhammed’in getirdiği sisteme benzer bir beşer sistemi kurulmuş mudur? Onun insanlığa sunmuş olduğu medeniyetin benzerini dünya tarihinde hiç kimse getirememiştir.
Evet her iki tarafın da arzuladığı Hıristiyan-Müslüman diyaloğu bu şartlar altında gerçekleşmesi neredeyse imkânsız gözüküyor. Yani Hıristiyan âlemi, İslâm âlemine bu şekilde yaklaştığı sürece bir diyalogdan bahsetmek mümkün değil; Almanya’daki Müslüman azınlığın entegrasyonunu kolaylaştırmak ve bir Hırıstiyan-Müslüman diyaloğunu gerçekleştirmek için iki tarafın ortak yönlerine ağırlık vererek, köklere odaklanarak paralel bir çizgide buluşulması gerek.
Almanya’nın Siegen şehrinde yaşayıp, Protestan dindarların tutumuna az veya çok âşina olanlar veyahut da buranın günlük, yerel gazetesini okuyanlar, İslâma karşı beslenen ön yargıların ne kadar kalıplaşmış hale geldiğini kolaylıkla fark edebilir.
Asırlar boyunca Hıristiyan Avrupa’nın İslâma olan taarruzu başka hiçbir dine karşı bu boyutta sergilenmemiştir. Muhammed’i (asm) yalancılıkla itham edip, misyonunu insanlar arasında kılıç ve ateş sayesinde yaydığını iddia edenler, Allah’ı acımasız, despotça ve gaddar bir ilah olarak tarif ederek insanların zihinlerini bulandırmaya çalışırlar. Bunlar hiçbir şekilde hakikate dayanmayan, şuursuz ve bilinçsiz yapılan birtakım söylentiler olmakla beraber şunu ifade etmeliyim ki bu seviyesiz ve bilinçsiz tutumun kaynağı farklı sebeplere dayanır. Hıristiyan Avrupa’nın İslâmdan korkmasının sebebi, “İslâmın Almanya’yı fethetmesi” ve “Almanya toprağında gerçekleştirilen cihad”.
İslâmın ilerlemesinden korkanların buna yönelik gayretleri de var. Amaca araçlık edercesine birtakım Kur’ân âyetleri bilinçli bir şekilde farklı yorumlanarak ve ifadeler özünden uzaklaştırılarak, yanlış yorumlarla İslâmın imajı zedelenmek isteniyor. Oysa Kur’ân cezaleti, belâgati ve fesahati ile en büyük kelâmcıları dahi susturmuş İlâhî bir kelâmdır. Bu kelâmın benzeri olamaz, doğrudan doğruya Allah’ın (c.c) kelâmıdır. Katıksızdır, eşsizdir ve akıl almaz bir mucizedir.
Hıristiyan Avrupa’nın İslâma karşı olan önyargısı birtakım tarihî sebeplere de dayanıyor. Fakat bunun yanı sıra bilinmesi gereken birşey var ki, o da bu önyargılar İslâmı dinî bir sistem olarak hedef alıyor ve bu hâl, Ortaçağın başına, yani 8. yüzyıla kadar uzanıyor. Arap-Müslüman âleminin hırs, kin ve nefreti ise tarihî açıdan pek o kadar da eskilere dayanmıyor; İslâm âlemi ile Batının birbirine olan kininin sebebi çok farklı. Dün ve bugün Avrupa direkt İslâmı bir din olarak hedef alırken ve dünyaya hâkim olmasından korkarken; İslâm âlemi bugün Hıristiyan Avrupa’dan ziyade, yani bir dünya dini olan Hıristiyanlıktan ziyade, Batıyı ve bununla birlikte tahakküm politikasını ve bilâkis sekülerizasyonu (dünyevîleşmeyi) hedef alıyor. Yani İslâm âlemi dünyevîleşmeye karşı tepkisini gösterirken; Batı âlemi, İslâmın zirveye ulaşmasından korktuğundan onunla mücadele ediyor. Batı bir benlik derdine düştü; askerî cephede savaşırken İlâ-i Kelimetullah gibi bir amacı yok. Onun derdi birincilik, benlik, ene...
TARİHî GENEL BAKIŞ
7. Yüzyılda beklenmedik bir
şekilde başlayan İslâmî gelişme
4. yüzyılın başında 300 yıldan beri yaygınlaşan Hıristiyanlık, Roma İmparatorluğunda bir devlet olarak kabul edildi. Ve birden 7. yüzyılın başında bir ışık parladı Hira’dan. Gittikçe aşikârlaşan bu ışık kısa zaman içinde bütün dünyayı aydınlattı. Bizans hükümdarlarının orduları, İranlılarla yaptıkları savaşlardan yorgun düşerken, defalarca Müslümanlara karşı mağlûp düştüler.
Kudüs’ün ve Şam’ın fethinden sonra Müslümanlar, Mısır’a, Afrika’ya, kuzeye, yani Konstantinopol’e doğru ilerlediler. Mekke’de Müslüman camianın oluşmasından takriben 100 sene sonra Emeviler dünya tarihinde eşi görülmemiş bir dünya hâkimiyeti sağladılar. 711’de doğunun sonu olan İndus nehrine ulaşıldı ve 719’da dünyanın öte başında 800 yıllık İspanya tarihine giriş yapılmaktaydı.
Böylece üç asır boyunca Hıristiyanlığın elde ettiği topraklar, kısa zaman içinde elden çıkıyordu... Suriye, Filistin, Kuzey Afrika...
Eskilerin çöl insanları, bedevîleri diye adlandırılan bu bir avuç topluluk, kısa zaman içinde öyle ilerlemişti ki, Bizanzs ve Roma İmparatorlukları artık hâkimiyet sağlamakta zayıflamış ve endişelenmeye başlamıştı.
Evet gerçek o ki İslâmın bu hızlı ilerleyişi o zaman olduğu gibi bugün de Hıristiyan âlemini endişelendiriyor. Dolayısıyla 7. yüzyıldaki İslâmın ilerleyişi hakkında Avrupa tarihçileri yeterli ve doğru bilgiye sahip olmadıkları gibi, İslâm hakkında vermek istedikleri o “kötü imajı” 20. yüzyıla kadar taşıdılar ve insanlara bunu aşılamaya çalıştılar. (Meselâ Cihad konusu bugün kasıtlı bir şekilde sûistimale uğruyor).
1700’lü yıllara bakılacak olursa, bu menfî propaganda açık bir şekilde ortaya çıkacaktır. İngiliz tarihçi Edward Gibbon, Oxford’da yazdığı eserinde birtakım Latince kaynaklar öne sürerek, şu ifadeyi kullanır: ‘Muhammed bir elinde kılınç, bir elinde Kur’ân, Hıristiyanlığı ve Roma İmparatorluğunu târümâr etti.’
Tarihî açıdan Gibbon’un bu ifadesi tamamen yanlıştı. Zira İslâm Gibbon’un tarif ettiği gibi kılınç ve zorbalık sayesinde ilerlememiştir, İslâm zorbalığı ve zulmü kesinlikle meneder. Gibbon’un İslam hakkında çizdiği bu tablo, İslâm karşıtları tarafından defalarca malzeme olarak kullanılabilmiştir ve 20. yüzyılın 80’li yıllarına kadar bu şekilde yaygınlaşmıştır.
Tarihçiler İslâmı kasıtlı olarak bu şekilde yorumlarken; kendi özgeçmişlerini yani Hıristiyan Avrupa’nın zorbaca zulümkâr yıllarını unutmuş olmaları gerek. Altını çizerek ifade etmek isterim ki, zulüm, İslâm tarihinde değil, Hıristiyanlık tarihinde ‘engizisyon mahkemeleri’ adı altında gerçekleşmiştir. Nice dehanın askıya asıldığı bu karanlık zaman dilimini kimse hatırlamak istemiyor gibi... Kendi öz tarihinin kara lekelerini başkalarına mal etmeye çalışanlar bugün kendi özgeçmişlerinden utansınlar.
17. yüzyılda Hıristiyanlar tarafından tekrar fethedilen İspanya ve Latin Amerika buna bariz birer örnektir; dinî azınlıklara Hıristiyan olmaktan veya ölümden başka bir çözüm bırakılmamıştır.
Bütün bunlara karşılık, 7. yüzyılda İslâm, bugün çoğunun düşündüğü gibi değil, çok farklı bir tarzda yayılmıştır. Bizanslılar birtakım oriyentalist kiliselere baskı uygularken, Yahudileri Hıristiyanlığa geçmeleri için zorluyorlardı. Müslümanlar, Bizans’ı fethettiklerinde, bu, zorbalığa uğramış dinî azınlıklar için hürriyete yelken açmak gibiydi. Zira Müslümanların, Hıristiyan ve diğer farklı dinlerin mensuplarına karşı uyguladığı metod çok farklı idi; öncelikle Kur’ân’a göre Hıristiyan ve Yahudiler, inançsız insanlar ile bir kefeye koyulmadığından, farklı bir muameleye tabi tutuluyorlardı. Yahudi ve Hıristiyanların bu statüsü birtakım koruma haklarını beraberinde getiriyordu. Müslüman hâkimiyeti altında yaşayan Yahudi ve Hıristiyanlar ödemeleri gereken belli bir miktar vergiye mukabil dinlerini özgürce yaşayabilme gibi bir çok haklardan yararlanabiliyorlardı. Evet, açıkça görüyorsunuz ki, bugün tarihi nefsine göre yorumlamak isteyenler, her şeyi çarptırarak anlatıyorlar. Bunların iyi bilinmesi gerekir.
Oryantalist Albrecht Noth’un görüşlerine göre, İslâmın 7. yüzyıldan itibaren süratle ilerlemesinin sebebi, Müslüman Arapların hâkimiyeti altına aldıkları bölge halkına mülâyim ve yumuşak davranmaları. Onlarla yaptıkları anlaşmalarda vergiden ziyade halkı ön plana koyduklarından Müslüman hâkimiyeti altında yaşayan dinî azınlıklar herhangi bir sorun teşkil etmemekle beraber bu şekilde İslâm aralarında büyük rağbet gördü.
Evet, Avrupa İslâm âlemine çok şey borçludur; 8. yüzyıldan itibaren dünyaya hâkim olmaya başlayan İslâm âlemi aynı zamanda ekonomi, san’at, ticaret gibi alanlarda dünyaya önderlik yaparken, birçok keşifler ile insanlık adına büyük adımlar atıyordu. Birçok Müslüman halifesinin sayesinde, Emevî ve Abbasi devleti gibi tarihte görülmemiş bir dünya hâkimiyeti sağlanmış ve topraklar 500 seneyi aşkın idare edilmişti. Müslüman Araplar sayesinde Yunan felsefeci, matematikçi ve doktorların yazıları öğrenildi. Meselâ matematikteki sıfır rakamı veya logaritizm gibi matematiksel kuralları, Avrupa, İslâm dünyasından öğrendi, tıpkı astronomiyi ve tıbbı onlardan öğrendikleri gibi. San’at ve mimarlık gibi daha birçok alanda Avrupa, Müslümanlardan birçok şey aldı.
Avrupa, Müslüman âlemi ile Haçlı seferleri sayesinde karşı karşıya geldi. Burada şunu da ifade etmeliyim ki, yeni çağın Avrupa anlayışına göre, Haçlı seferleri İslâm ve Hıristiyanlık arasında gerçekleşen bir dünya çatışması, iki komşu dünya kültürünün ölüm kalım savaşı olarak ifade ediliyor. Bu perspektif de yine 18. yüzyılın İngiliz tarihçilerinden olan Edward Gibbon’a dayanıyor. Fakat ısrarla ifade etmeliyim ki, bu tamamen yeni çağ Avrupa’sının bir uydurmasıdır, yani zamanın kaynakları bizlere bambaşka bir tablo çiziyor. Haçlı seferleri Avrupa-Hıristiyan perspektifinden İslâm âlemine ve dinine karşı gerçekleştirilmiş bir “cihad” niteliği taşımaktadır; aksine bunlar kin ve hınç ile dolu kalplerin, silâh ile donanmış bir ordunun Filistin’e yürüyüşü, İslâm hakimiyeti altında bulunan yerleri tekrar Hıristiyan hâkimiyeti altına alma çabasının adıdır. Oysa Arap Müslümanlar, Haçlı seferlerinin düzenlenmesindeki bu niyetin farkında değillerdi, onlar her zamanki gibi eski düşmanları olan Bizans’a karşı savaşıyorlardı.
1098-1291 arasında gerçekleşen Haçlı seferlerinde bu iki farklı kültürün, dinin çatışmasında Avrupa, İslâm âleminden birçok şey öğreniyor, Müslüman Arap âlemindeki gelişmeyi hayranlıkla seyrediyordu. Evet şunu ifade etmeliyim ki; Avrupa, İslam dünyasıyla karşılaşmasa idi, ne 12. yüzyılda gerçekleşen Avrupaî düşüncenin rönesansı, ne de 15. ve 16. yüzyılda İtalya’daki sanatların rönesansı anlaşılabilirdi.
Tarihi iyi bilmek gerekir, tarih gerçektir ve tarih arzulandığı gibi yorumlanamaz. İslâm, dünyaya çok şey öğretti. Son olarak, Felsefeci Friedrich Wilhelm Hegel’in ifadesi ile, İslâm, çölü temizledi (reinigende revolution des orients). Hz. Muhammed insanlığa insanlığı öğretti, medeniyeti getirdi. İşte o Muhammed’in karşısında huzurunuzda saygı ile eğiliyorum.
|