Türkiye düşünce ve ifade özgürlüğü alanında çok patinaj yapan, insanı zaman zaman derin karamsarlıklara sürükleyebilecek bir ülke. Öyle şeyler oluyor, öyle davalar açılıyor ki, insanın inanası gelmiyor.
Elif Şafak’ın ‘Baba ve Piç’ adlı romanı hakkında roman kahramanlarının birbirlerine söyledikleri sözler yüzünden dava açılması bunlardan biriydi. Şimdi bunlara İpek Çalışlar’a ‘Latife Hanım’ adlı kitabından dolayı dava açılması eklendi. Elif Şafak, roman kişilerinden birinin söyledikleri yüzünden TCK 301’den, yani ‘Türklüğe hakaret’ten yargılanıyor. İpek Çalışlar’ın suçu ise kitapta yer verilen bir iddia nedeniyle Atatürk’ü Koruma Kanunu’nu ihlal etmek ve ‘Atatürk’ün manevi şahsiyetine hakaret’ imiş.
Her iki davada da mahkemelerin doğru olan kararı vereceklerine en ufak şüphem yok. Beni ilgilendiren şey davaların içeriği değil, düşünce ve ifadeyi suç olarak gören zihniyetin toplum içindeki yaygınlığı. Çünkü, bu gibi davalar genellikle savcıların inisiyatifiyle değil, birilerinin ihbarı, gerekirse birkaç kez ihbarı üzerine açılıyor.
Suç duyurusunda bulunan insanlar, karşı çıktıkları düşünceyi, demokrasilerde bekleneceği üzere, karşıt görüş ve kanıtlarla yanıtlayıp çürütmek yerine, yazarını hapse attırmak için savcılığa başvurmayı tercih ediyorlar. Acaba niye böyle yapıyorlar? Kendi görüş ve kanıtlarına güvenmedikleri için mi? Düşüncelerden çok onları söyleyen insanlardan nefret ettikleri için mi? Bir gözdağı ortamı yaratarak bazı konuların tabu olarak kalmasını istedikleri için mi?
Peki, özgürce tartışılamayan konularda gerçekler nasıl ortaya çıkacak? ‘Hürriyet şairi’ Namık Kemal bundan 125 yıl kadar önce, hakikat kıvılcımlarının farklı fikirlerin çarpışmasından çıkacağını ilan etmişti. Farklı fikirde olanlar hapse atılıyorsa bu kıvılcımlar nereden çıkacak? Bizim yasakçılar Namık Kemal’in bile gerisine düşmüş olmuyorlar mı? Düşüncenin ifadesini cezalandırılması gereken bir suç sayan zihniyet, toplumsal bilimler tarafından çoktan aşılmış bir paradigmaya dayanıyor. Bu paradigmaya göre, ‘yanlış’ fikirler zehirli iğnelere benzerler. Zerk edildikleri insanları hemen mahvederler. O yüzden insanların ne okuduğunu, gördüğünü, duyduğunu sıkı sıkıya kontrol etmek gerekir. Oysa günümüzde egemen olan paradigma hiç de o görüşte değildir. Toplumbilimciler, tam tersine, insanların farklı fikirlerle karşılaşmasının onlarda hemen düşünce değişikliği yaratmayacağını, hatta bağışıklıklar oluşturacağını savunurlar. Tek tük istisnalar dışında, farklı düşüncelere zehirli iğneler olarak değil, vitaminli iğneleri gözüyle bakarlar.
Dünyanın en zengin ülkelerinin aynı zamanda en özgür ülkeleri olması boşuna değildir.
İnsanları kandırmanın en garantili yolu, tabu ve yasaklarla, kafalarda bilgi boşlukları bırakmaktır.
Radikal, 19.8.2006
|