Geçen hafta “türban”ın Avrupa macerasına ilişkin iki haber düştü medyaya. Bunlardan ilki Almanya’nın Baden-Württemberg eyaletinden geliyordu. Eyaletin koyduğu başörtüsü yasağına itiraz eden Doris G. adlı bir Müslüman öğretmen, Stuttgart İdare Mahkemesi’nde açtığı davayı kazanmıştı. Biliyorsunuz, Baden-Württemberg eyaleti başörtüsü yasağını 2004 yılında yasal hale getirmişti. Ama idare mahkemesi, Doris G’nin “omuzlarını örtmeyecek şekilde” taktığı başörtüsünü eyaletin anayasaya uygun yasağına karşı bir davranış olarak nitelemeyerek söz konusu örtünün okul hayatı açısından sadece “soyut tehlike” taşıdığına hükmetti. Gazetelerde Doris G’nin fotoğrafı da yayımlandı. Gerçekten de 1984’te Müslüman olan öğretmenin başında taşıdığı “örtü” bir başörtüsü değil sahici bir “türban”dı.
İkinci haber Fransa’dan geliyordu. Bu ülkedeki başörtülü Müslüman kadın da bir dava kazanmıştı. Mahkeme bu sefer de, başörtüsü takdığı gerekçesiyle devam ettiği eğitim kursu merkezinden atılan bir kadının başvurusunu haklı bulup bir dine mensubiyetten otürü “ayrımcılık” yapıldığına hükmediyordu. Mahkemenin haksız bulduğu “formasyon merkezi”, muhasebe kurslarına kayıt yaptırdıktan sonra başörtülü olduğu gerekçesiyle uzaklaştırılan genç kadına 12 bin Euro’ya yakın tazminat ödeyecekti. Fransa’da İslamofobi’ye karşı mücadele eden CCIF adlı merkezin olaya ilişkin açıklamasında, devlet okullarında (ilk, orta, lise) başörtüsünü yasaklayan 15 Mart 2004 tarihli yasanın uygulama alanının genişletilmesinin yolunu kesmesinden dolayı kararı memnuniyetle karşıladığını bildiriyordu.
Muhakkak ki her iki kararı da fazla abartmamak ve dolayısıyla bu iki örnekten çok da iyimser sonuçlar çıkarmamak gerekir. Ancak bu kararları küçümsememek de gerekir. Avrupa’nın 11 Eylül’ün de büyük etkisiyle “keşfettiği” başörtüsü yasağına ilişkin davalar -herşeye rağmen- açılmaya devam etmekte ve bu iki örnekte olduğu gibi ortaya olumlu kararlar da çıkmaktadır. Yani mesele -bizde sıkça ifade edildiği gibi- henüz kapanmamıştır. Demokrasilerin otoriter rejimler karşısındaki üstünlüğü de buradan kaynaklanmayor mu zaten? Çünkü demokrasilerde hiçbir hak talebinin dosyası bir daha açılmamak üzere kapatılmaz. Bir demokrasi, karşılaştığı yeni talepler karşısında bocalayabilir, tereddüt geçirebilir ve hatta bu talep ne kadar “evrensel” olsa bile sırasında tutarsızlıklar sergileyebilir. Ama dosyalar hiçbir zaman bir daha açılmamak üzere kapanmaz ve tartışma tükenmez...
Prof. Şükrü Hanioğlu, bu kış Zaman’da yayımlanan bir yazısında demokrasilerin bu “yerinde saymayan” ruh halini Amerika’nın “Kurucu Babaları”nın önde gelenlerinden birisinin ortalığı dolduran bütün “özgürlük beyannameleri”ne rağmen kaç köleye sahip olduğunu hatırlatarak güzel açıklıyordu. Demek ki korkulacak, uzak durulacak yönetimler-rejimler , “dosyaları bir daha açılmayacak şekilde kapatan”lardır.
Geçenlerde bir Fransız televizyon kanalında Fransız sağının en güçlü cumhurbaşkanı adayı Sarkozy’ye devlet okullarına başörtüsü yasağı getiren 15 Mart 2004 tarihli yasa hakkında ne düşündüğü soruldu. Sarkozy’yi tanıyorsunuz; bir göçmen ailenin çocuğu olmasına rağmen göçmenler hakkında hiç de iyi şeyler düşünmeyen, Fransa’daki Müslümanlar ile farklı ilişkiler kurmaya çalışmış birisi olsa da sonuç itibariyle “güvenlik” sorununu sürekli vurgulayarak aşırı sağcı Le Pen’den rol çalmaya çalışan bir siyasetçi kendisi. Fakat bakın; Sarkozy bile başörtüsü yasağı getiren yasayı onaylamadığını belirterek neler (mealen) diyebildi: “Bu yasa başörtülü öğrencileri cemaat okullarına devama mecbur edecek. Bunu söylerken bu okullar hakkında olumsuz düşündüğümü belirtmek istemiyorum. Söylemek istediğim, bu yasanın getirdiği yasak dolayısıyla bu başörtülü öğrencilerin elinden devlet ve cemaat okulu arasında seçim yapma hakkı alınmıştır.”
Görüyorsunuz: Tartışmanın yapıldığı yer bir demokrasi ise Sarkozy gibi bir siyasetçi bile bu çerçeveyi dikkate almak zorundadır.
(Yeni Asya’nın notu: Bugün eleştirdiği yasanın çıkmasında, dönemin İçişleri Bakanı olarak Sarkozy’nin başı çektiğini de unutmamak gerekiyor.)
Yeni Şafak, 12.7.2006
|