Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 13 Temmuz 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Demokrasi böyle bir şey zaten

Geçen hafta “türban”ın Avrupa macerasına ilişkin iki haber düştü medyaya. Bunlardan ilki Almanya’nın Baden-Württemberg eyaletinden geliyordu. Eyaletin koyduğu başörtüsü yasağına itiraz eden Doris G. adlı bir Müslüman öğretmen, Stuttgart İdare Mahkemesi’nde açtığı davayı kazanmıştı. Biliyorsunuz, Baden-Württemberg eyaleti başörtüsü yasağını 2004 yılında yasal hale getirmişti. Ama idare mahkemesi, Doris G’nin “omuzlarını örtmeyecek şekilde” taktığı başörtüsünü eyaletin anayasaya uygun yasağına karşı bir davranış olarak nitelemeyerek söz konusu örtünün okul hayatı açısından sadece “soyut tehlike” taşıdığına hükmetti. Gazetelerde Doris G’nin fotoğrafı da yayımlandı. Gerçekten de 1984’te Müslüman olan öğretmenin başında taşıdığı “örtü” bir başörtüsü değil sahici bir “türban”dı.

İkinci haber Fransa’dan geliyordu. Bu ülkedeki başörtülü Müslüman kadın da bir dava kazanmıştı. Mahkeme bu sefer de, başörtüsü takdığı gerekçesiyle devam ettiği eğitim kursu merkezinden atılan bir kadının başvurusunu haklı bulup bir dine mensubiyetten otürü “ayrımcılık” yapıldığına hükmediyordu. Mahkemenin haksız bulduğu “formasyon merkezi”, muhasebe kurslarına kayıt yaptırdıktan sonra başörtülü olduğu gerekçesiyle uzaklaştırılan genç kadına 12 bin Euro’ya yakın tazminat ödeyecekti. Fransa’da İslamofobi’ye karşı mücadele eden CCIF adlı merkezin olaya ilişkin açıklamasında, devlet okullarında (ilk, orta, lise) başörtüsünü yasaklayan 15 Mart 2004 tarihli yasanın uygulama alanının genişletilmesinin yolunu kesmesinden dolayı kararı memnuniyetle karşıladığını bildiriyordu.

Muhakkak ki her iki kararı da fazla abartmamak ve dolayısıyla bu iki örnekten çok da iyimser sonuçlar çıkarmamak gerekir. Ancak bu kararları küçümsememek de gerekir. Avrupa’nın 11 Eylül’ün de büyük etkisiyle “keşfettiği” başörtüsü yasağına ilişkin davalar -herşeye rağmen- açılmaya devam etmekte ve bu iki örnekte olduğu gibi ortaya olumlu kararlar da çıkmaktadır. Yani mesele -bizde sıkça ifade edildiği gibi- henüz kapanmamıştır. Demokrasilerin otoriter rejimler karşısındaki üstünlüğü de buradan kaynaklanmayor mu zaten? Çünkü demokrasilerde hiçbir hak talebinin dosyası bir daha açılmamak üzere kapatılmaz. Bir demokrasi, karşılaştığı yeni talepler karşısında bocalayabilir, tereddüt geçirebilir ve hatta bu talep ne kadar “evrensel” olsa bile sırasında tutarsızlıklar sergileyebilir. Ama dosyalar hiçbir zaman bir daha açılmamak üzere kapanmaz ve tartışma tükenmez...

Prof. Şükrü Hanioğlu, bu kış Zaman’da yayımlanan bir yazısında demokrasilerin bu “yerinde saymayan” ruh halini Amerika’nın “Kurucu Babaları”nın önde gelenlerinden birisinin ortalığı dolduran bütün “özgürlük beyannameleri”ne rağmen kaç köleye sahip olduğunu hatırlatarak güzel açıklıyordu. Demek ki korkulacak, uzak durulacak yönetimler-rejimler , “dosyaları bir daha açılmayacak şekilde kapatan”lardır.

Geçenlerde bir Fransız televizyon kanalında Fransız sağının en güçlü cumhurbaşkanı adayı Sarkozy’ye devlet okullarına başörtüsü yasağı getiren 15 Mart 2004 tarihli yasa hakkında ne düşündüğü soruldu. Sarkozy’yi tanıyorsunuz; bir göçmen ailenin çocuğu olmasına rağmen göçmenler hakkında hiç de iyi şeyler düşünmeyen, Fransa’daki Müslümanlar ile farklı ilişkiler kurmaya çalışmış birisi olsa da sonuç itibariyle “güvenlik” sorununu sürekli vurgulayarak aşırı sağcı Le Pen’den rol çalmaya çalışan bir siyasetçi kendisi. Fakat bakın; Sarkozy bile başörtüsü yasağı getiren yasayı onaylamadığını belirterek neler (mealen) diyebildi: “Bu yasa başörtülü öğrencileri cemaat okullarına devama mecbur edecek. Bunu söylerken bu okullar hakkında olumsuz düşündüğümü belirtmek istemiyorum. Söylemek istediğim, bu yasanın getirdiği yasak dolayısıyla bu başörtülü öğrencilerin elinden devlet ve cemaat okulu arasında seçim yapma hakkı alınmıştır.”

Görüyorsunuz: Tartışmanın yapıldığı yer bir demokrasi ise Sarkozy gibi bir siyasetçi bile bu çerçeveyi dikkate almak zorundadır.

(Yeni Asya’nın notu: Bugün eleştirdiği yasanın çıkmasında, dönemin İçişleri Bakanı olarak Sarkozy’nin başı çektiğini de unutmamak gerekiyor.)

Yeni Şafak, 12.7.2006

Kürşat BUMİN

13.07.2006


 

301 mutlaka değişmeli

Hrant Dink’in mahkûmiyeti kesinleşti. Yargıtay, yeni Türk Ceza Kanunu’nun 301. maddesiyle ilgili görüşünü oluşturmuş oldu böylece. Üstelik, Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun bu görüşü, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın aleyhte görüşüne rağmen alındı. Türklüğü aşağılama suçu ilk kez bir cezaya neden oldu.

TCK’nın 301. maddesini, özellikle aralarında benim de bulunduğum bir grup yazarın hakkında dava açılması sonrası çok tartışmıştık. O zaman, hükümet adına Adalet Bakanı Cemil Çiçek, ‘Acele etmeyin’ demişti, ‘Yasanın uygulamasını görelim, Yargıtay’ın bu maddeyi nasıl yorumlayacağını görelim. O zaman da sakıncalı buluyorsak değiştirmeyi konuşuruz.’

İşte uygulama ortaya çıktı. Yazı yazdığı, başkalarına aykırı ve hatta irkiltici de gelse fikirlerini açıkladığı için bir kişi mahkûm oldu. Demek 301 düşünceyi ifade etme özgürlüğüne uygun değilmiş.

Belki şimdi hükümet yine ‘Acele etmeyelim’ diyecek, ‘Dava bir de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne gitsin, bakalım onlar nasıl değerlendirecek?’

* * *

Hatırlayanlar olacaktır, Hrant Dink’in cezalandırılmasına neden olan yazısını da, o yazıyla ilgili mahkemeye gelen bilirkişi raporlarını da zamanında Radikal’de yayımlamıştık.

Gerek bilirkişiye göre ve gerekse benim etrafımda olup da söz konusu yazıyı okuyan herkese göre, o yazı Türkiye’ye yönelik değil Ermenistan’da ve diasporada yaşayan Ermenilere yönelikti. Ama hayır, mahkemede başlayan yanlış anlama Yargıtay aşamasında da devam etti ve Hrant Dink mahkûm oldu.

* * *

Bütün bu 301. madde tartışmalarının en alevli olduğu zamanda, gazeteci Fehmi Koru’nun davetlisi olarak İstanbul’da Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’la bir akşam geçirmiştik.

Gecenin başlıca tartışma konusu da 301 ve Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileriydi. Başbakan da o zaman ‘Bekleyelim, Yargıtay’ın görüşü belli olsun’ diye düşünüyordu. Taha Akyol’un ve benim bastırmamla, 301’in yeni TCK çıkmazdan önceki 159 son haline getirilmesi önerisini not almıştı Başbakan. Kendi çıkardıkları bir yasayı yine kendi çıkardıkları bir başkasıyla değiştirme fikri belki de aklına yatmıştı, kim bilir?

Mevcut 301. maddenin başlıca sakıncası, geçmişte 159. maddeyle ilgili olarak oluşmuş bilgi birikimini ve Yargıtay içtihadını silecek bir kelimelendirmeyle yazılmış olması. Eskiden suç için, ‘Alenen tahkir’ fiili aranıyordu, yani ‘açıkça hakaret’. Şimdi ise ‘aşağılama’ fiili yeterli.

Sadece kelimelere bakarak da anlamak mümkün: Açıkça hakaretle aşağılama arasında ciddi bir fark var.

Kaldı ki, bana göre bu suçun tamamen ortadan kalkması lazım. Adalet Bakanı, ‘Ben inceledim, pek çok Avrupa ülkesinde de bu suç var’ diyor, başta İtalya olmak üzere bazı ülkeleri örnek veriyor.

Doğrudur bu suç vardır ama acaba bu ülkelerde bu suçtan son 10 yılda kaç kişi yargılanmıştır, bizde kaç kişi?

Kaldı ki, söz konusu madde ile aşağılanmaya karşı korumaya alınan kurumların tamamı, bu madde olmadan da kendilerini savunabilecek yetkinlikte kurumlar. Vatandaş Ahmet beni aşağılayınca ben mahkemeye gidiyorum, tazminatımı istiyorum. Aynı hak arama yolu bu kurumlar ve mensupları için de açık aslında. Hapisle tehdide ne gerek var?

Ama benim bu görüşüm maalesef pek taraftar bulmuyor. Peki öyle olsun, bu suç Ceza Kanunu’nda kalsın. O zaman suçun fiilini eski haline, yani ‘alenen tahkir’e geri döndürelim.

Ayrıca, maddedeki ‘Türklük’ ifadesi de son derece tehlikeli. Bir kere burada çok etnili, çok dinli, çok mezhepli bir toplumda yaşıyoruz, birilerini hakarete ya da aşağılamaya karşı koruyacaksak herkesi korumalıyız. İkincisi, bu koruma Kırgız veya Azeri veya Gagavuz Türklerini de kapsıyor mu, bunu da bilmeliyiz.

Galiba Meclis normal açılma tarihi olan 1 Ekim’den önce toplanıp AB ile ilgili 9. reform paketini görüşüp yasalaştıracak. 301. madde değişikliği de bu pakete acilen alınmalı.

Radikal, 12.7.2006

İsmet BERKAN

13.07.2006


 

Tek taraflı savaş

İşte böyle. Yarın Dünya Kupası sona eriyor. Yeni şampiyonu kutlayıp kimin kazandığına bağlı olarak arrivederci veya au revoir diyebiliriz.

Şimdi kamuoyu daha az önemli meselelere geri dönebilir, gündelik öldürmelere ve yıkımlara, esir tutulan askere, Kasam roketlerine ve Gazze’yi işgalimizle ilgisi olan diğer her şeye.

Bu operasyonun tanımının kendisi sorunlu.

İsrail’in Güney Kuvvetleri’nin komutanı General Yoav Gallant da medya da “savaş”tan söz ediyor. Gerçekten öyle mi?

“Savaş” uluslararası hukuk tarafından düzenlenmiş, tanımlı bir durumdur. Temel kuralları gözetmekle yükümlü düşmanlar arasında gerçekleşir.

Ama İsrail hükümeti hakları olan bir düşmanla değil de, “teröristlerle”, “suçlularla” ve “çetelerle” -ve elbette bunların hiçbir hakkı yok- karşı karşıya olduğunu üstüne basa basa savunuyor.

Bir savaşta “savaş tutsakları” olur. Bu durum askeri harekat içinde tutsak alınan asker Gilad Şalit için de, bizim elimizdeki Filistinli savaşçılar için de geçerli. Ama hükümetimiz Şalit’i “kaçırılmış”, Filistinlileri de mahkumlar ve suçlular olarak tanımlıyor.

Görünen o ki, Yahudi beyni yeni patentler icat ediyor (bir zamanların popüler İsrail şarkısında dendiği gibi). Tek Taraflı Çekilme’nin ve Tek Taraflı Barış’ın ardından şimdi de Tek Taraflı Savaş’ımız var. Bir tarafın (kuvvetli olanın) savaş halinde olanın bütün haklarına el koyduğu, diğer tarafınsa (zayıf olanın) hiçbir hakkının olmadığı bir savaş bu.

Bir savaşın amacı olmalı. Bu savaşın amacı nedir?

George Bush’un Irak’ı işgali gibi, Ehud Olmert’in de Gazze’yi işgali günden güne değişen bir amaca sahip.

Asker Şalit’i kurtarmaya yönelik bir operasyon olarak başladı. Yeraltı örgütleri tarafından tutsak alınmış, nerede olduğu bilinmeyen bir asker nasıl kurtarılır? Hayatını tehlikeye atmadan kuvvet kullanarak nasıl kurtarılır?

Ordunun bir çözümü var -her sorun için uygun gördüğü aynı çözüm: Muazzam bir kuvvet kullanımı. Ancak biz daha çok fetheder, toz eder, öldürür ve yok edersek, Filistinlilerin acıya daha fazla katlanamayıp yeraltındaki savaşçılardan tutulan askeri -koşulsuz olarak- serbest bırakmalarını isteyecekleri bir an gelir.

Buna “Harris İlkesi” denebilir. İkinci Dünya Savaşı’nda, Britanya’nın Hava Komutanı Arthur Harris (“bombacı Harris”) kentlerini yerle bir ederek Almanya’yı dize getireceğine söz vermişti. Almanlar “terör saldırıları”ndan söz ediyordu. Bunlardan birinde, Almanya’daki en büyük ve görkemli kentlerden biri olan Dresden yerle bir edildi. Dev yangında, 35 bin ila 100 bin sivil yandı ve öldü (alevlerin ardından kurbanları saymak mümkün değildi). Ama Harris’in verdiği sözün tersine, Almanların morali çökmedi. Almanya ancak son Alman evi de piyadelerce alındıktan sonra teslim oldu.

Filistin nüfusu da korkunç durumuna karşın çökmüyor. Neredeyse oybirliğiyle, Şalit’i tutanların “Filistinli savaş tutsakları” bırakılmadıkça askeri bırakmamasını istiyorlar.

Öyleyse, tutsağın serbest bırakılmansın yerine, yeni bir savaş amacı doğuyor: Fırlatılan Kasamlara son vermek.

Bu da kolay görünüyor: Sderot’a ve Aşkelon’a doğru roket atılabilecek olan alanları işgal etmek. Ama bu da bir Sisyphos görevi. Operasyon roketlerde geçici bir azalma yaratabilir. Ama operasyonun komutanları bile, ordunun geri çekildiği anda roketlerin fırlatılmasının süreceğini, hatta artacağını itiraf ediyor. İsrail kamuoyu kendinin yeniden “Gazze bataklığı”na çekilmesine izin vermeyecek kadar tecrübe yaşadı.

Çareyi Bayındırlık Bakanı Shitreet buldu: Gazze’ye “hatta bin kez” geri dönmek. Savunma Bakanı Peretz “Filistinlilere ödetilecek ağır bir bedel”den söz ediyor -Filistinlilerin Kasam ekiplerini kendilerinin dışarı sürmesini sağlayacak kadar beter bir bedel. Genelkurmay’ın görüşü böyle. “Bombacı Harris”in yerine “Yok edici Halutz”. İkisinin de Hava Kuvvetleri rütbelerinde yükselmiş olması tesadüf değil.

Kasamları kalıcı şekilde durdurmak da uygulanabilir değilse, geriye savaşın amacı olarak ne kalıyor? Sadece bir tane: Filistin hükümetinin yıkılmasını sağlamak. Bakınız: Harris İlkesi.

120 yıllık Siyonist-Filistin uyuşmazlığının her bir olayı gibi, bu da iki halkın bilincine çok farklı şekilde kazınıyor.

İsraillilerin çoğu için “Filistin terörizm”ine karşı savaşta yeni bir bölüm. Cesur askerlerimiz, bir kez daha, bizi denize dökmeyi amaçlayan Filistinli katillerle yüzleşmek zorunda. Bir kez daha savaşıyoruz, çünkü “başka bir seçenek yok”. İzak Şamir’in bir zamanlar söylediği meşhur sözdeki gibi: “Araplar aynı Arap deniz de aynı deniz!”

Öteki taraf içinse, en iyi oğullarının kötücül ve gaddar düşman karşısında kahramanca duruşu. En çağdaş silahlarla donanmış dünyanın en güçlü ordularından biri, ilkel silahları olan bir avuç eğitimsiz savaşçının üzerine sürülüyor. Savaş uçakları, silahlı helikopterler, ağır tanklar, topçular, roket atan gemiler, zırhlı buldozerler ve gece görüşlerinin karşısında, yalnızca Kalaşnikoflar ve RPG’ler (hafif anti tank silahları) var. Filistin Masada’sı.

Filistinli milislerin arasındaki mücadele, ortak düşmana karşı birleşme nedeniyle kırılıyor. Daha operasyonun arifesinde, Hamas’tan İsmail Haniye El Fetih’ten Mahmud Abbbas’la -Yeşil Hat sınırları içinde İsrail’i tanıyan- “tutsaklar kağıdı”nı kabul etmek üzere anlaştı. Şimdi, savaşın sıcağında, El Fetih üyeleri işgalciye karşı mücadele etmek üzere Hamas savaşçılarına katılmak üzere yaygara kopartıyor; Abbas’ın etkisinin kalıntıları da soluyor.

İsrail hükümeti Filistin Başbakanı’nı ve bakanlarını öldüreceğine dair açık tehditlerini sürdürürse, Hamas yalnızca güçlenmiş olacak. Şehitlerin yeri savaşçılar arasından gelen yeni liderlerce doldurulacak ve altlardaki rütbeleri de Filistinliler dolduracak.

İsrail’de bunun tersi gerçekleşebilir: Operasyon onu başlayan hükümetin canını yakabilir. Krizin acımasız spotu onları çiğ bir ışıkla aydınlatıyor; üstelik bu ışık hiç de iltifat eden bir ışık değil. Görünen o ki, aralarında gri bir politikacıdan öte tek bir kişi yok.

Ehud Olmert konuşarak siyasi bir ölüme doğru ilerliyor. Bitmez tükenmez kafa ütülemesi insanları kızdırmaya başladı -konuştukça 1950’lerin boş klişelerinden başka hiçbir şey söylemez oluyor: Şantaja boyun eğmeyeceğiz, Terörizm hüküm sürmeyecek, Düşman bizi yok etmeye çalışıyor, Katiller affedilmeyecek, Muhteşem bir ordumuz var, Kolumuz uzundur, vs. vs.

Amir Peretz, en kötü seleflerinin en kanlı sloganlarını tekrarlıyor. Daha dün oy verdiğimiz toplumsal bir devrimi sürdürecek, ulusal öncelikleri değiştirecek, askeri bütçeyi etkili biçimde kesecek, barışı yaklaştıracak o liderden eser yok. Geriye kalan sadece bir Genelkurmay sözcüsü (üstelik parlak bir sözcü de değil). Dergim Haolah Hazeh hâlâ dağıtılıyor olsaydı, bu haftaki sayısında Dan Halutz’un omzuna tünemiş papağanı gösteren bir karikatür mutlaka olurdu.

Birçok kişinin umutlandığı Tsipi Livni, kayboldu gitti. Bu dramada hiçbir rolü yok. En banal basmakalıp sözlerden başka söyleyecek bir şeyi yok. Tıpkı Olmert gibi, onun da ne olduğu ortaya çıktı: Sağcı bir babanın ayak izlerini izleyen sağcı bir politikacı.

İsrail’e asıl hükmeden kişi Dan Halutz; dünyayı bir bombanın penceresinden gören bir savaş pilotu. Tem rakibi Güvenlik Servisi’nin şefi Yuval Diskin. Ordunun ve Güvenlik Servisi’nin şefleri İsrail Devleti’nin gideceği yola kendi aralarında karar veriyorlar. Olmert burada en iyi ihtimalle hakem.

Bütün bunlar nasıl sona erecek?

Sanırım, işin sonunda, tutsakların değişimi yoluyla askerin serbest bırakılmasından başka seçenek olmayacak. Bizim taraf bunu operasyonu büyük bir zaferi olarak borazanlarla duyuracak, çünkü Filistinliler başta talep ettiklerinden daha az sayıda tutsağın serbest bırakılmasıyla tatmin olmak zorunda kalmış olacak. Filistinliler de şanlı bir zafer kazanmış olmakla böbürlenecekler, İsrail bütün o “Asla...”larla başlayan sloganların ardından tutsakları serbest bırakacak. (Söylendiği gibi: Asla asla deme.)

Eğer istersek, askerin serbest bırakılması daha büyük bir paketle birleştirilebilir: Karşılıklı ateşkes, Kasamların fırlatılmasının durması, karşılığından Gazze’den tamamen çekilme, “hedef gözeterek öldürme”lerin sona erdirilmesi ve son dönemde tutuklanan Hamas liderlerinin bırakılması.

Kısa bir ateşkes daha uzun bir ateşkesin ve ciddi bir diyaloğun önünü açabilir.

Olmert hükümeti, bütün o saldırgan ve kasıntı böbürlenmelerin ardından bunları yapabilir mi? Hatta kendilerini “Tek Taraflı Birleşme”ye ve bölgelerin ilhakına bu kadar adamışken, acaba bununla biraz olsun ilgileniyorlar mı?

Büyük olasılıkla hayır. Öte yandan, İsrail kamuoyu “tek taraflı çekilme”den ve bu tek taraflı savaştan bir ders edinebilir. İsrail barış hareketi bunun gerçekleşmesine katkıda bulunmalı.

Bu yazı Gush Shalom (Barış Bloku) hareketinin

internet sitesinde 8 Temmuz’da yayınlandı.

Çeviren: bia Haber Merkezinden Tolga Korkut

Uri Avnery: İsrailli eski aske

13.07.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004