Amerikan kamuoyunun en az tahammül gösterdiği konulardan biri kendisine yalan söylenmesidir.
Watergate Skandalı ile ilgili sürekli yalan söyleyen Richard Nixon, kamuoyu baskısı sonucu istifa etmek zorunda kalmış, Bill Clinton ise Monica Lewinsky Skandalı’nda istifanın eşiğine gelmiştir.
Ama Amerikalıların yalana tahammülsüzlüğü buraya kadardır. Dış politikada, “ulusal güvenlik” gerekçesiyle yalan kabul edilebilir bir şeydir ve geçen yüzyılın hemen tüm başkanları bu opsiyonu serbestçe kullanmıştır.
Soğuk Savaş yıllarının bahanesi komünizmin yayılması, Rusya tehdidinin durdurulmasıydı.
Eisenhoover döneminde Guatemala ve İran’da CIA’nın düzenlemeleriyle darbe gerçekleştirilmiş, Kennedy döneminde Castro’yu devirmeyi hedefleyen Domuzlar Körfezi Çıkarması hüsranla sonuçlanmıştır.
Yönetimler her seferinde Amerika’nın rolünü inkar etmiş, ardından ortaya çıkan gelişmeler karşısında gerçeği kabul etmek zorunda kalmıştır.
Aynı şekilde Sovyetler Birliği üzerinde uluslararası yasaları ihlal eden biçimde uçan U 2 casus uçağının önce meteoroloji uçağı olduğu iddia edilmiş, Kruşçev ortaya deliller koyunca büyük bir mahcubiyet yaşanmıştır.
Şili’de darbe de aynı gerekçelerle gerçekleştirilmiştir.
Vietnam’da savaşın tırmanmasını durdurma vaadiyle iktidara gelen Başkan Johnson, Tonkin Körfezi kriziyle hem kongreyi, hem Amerikan halkını kandırmış, Amerikan askerliği varlığını en üst düzeye tırmandırmıştır.
Başkanların taktiği hep aynı olmuştur.
Varolan bir tehlikeyi olabildiğince abartmak, askeri önlem alınmazsa tehdidin kapılarına dayanacağı, özgür dünyanın yok olacağını savını ortaya koymak.
11 Eylül ile bu taktik yeniden gündeme geldi.
Bush, yalan olduğu açıkça ortaya çıkan iddialarla Irak’ta savaş için Amerikan halkının desteğini arkasına aldı.
Asıl amacın Ortadoğu’da petrol kaynaklarını denetim altına almak olduğunu itiraf edemezdi elbette.
Yalanlar üzerine kurulu dış politika, bugün de şiddetini artırarak devam ediyor.
Filistin’de yaşanan vahşet, böylesi bir politikanın sonucu.
Bütün Filistinlileri potansiyel terörist olarak gösterenler, bir halkı ekonomik ambargoyla açlığa mahkum edip başta küçük çocuklarla yaşlıların ölümüne neden olmaya nedense bir isim veremiyor.
İsrail, Filistin’de tankı, topu, roketiyle bir halkı hem aşağılıyor hem de fiziken imha ediyor.
Bu yakın dönemin en saldırgan siyaseti.
Demokrasi çağrısı yapıp sandıktan çıkan sonucu çıkarlarına aykırı bulanlar, bugün güce dayanarak elde ettikleri sonucu aldıklarını sanıyorlar.
Akılda tutmadıkları bir gerçek var, her çıkışın bir inişi vardır.
Komünizmin çökmüş olması, insanoğlunun adalet, eşitlik ve özgürlük arayışının sona erdiği anlamına gelmez elbette.
Bugün bu değerlerin savunulmasında bir kriz yaşadığımız, uluslararası toplumun bir halkın topyekun imhasına seyirci kaldığı bir gerçek.
Ama tarihin dikkatli bir okunması, bu tablonun sür-git devam etmeyeceğini açıkça bize gösteriyor.
Zalimler de bir gün hesap vermek zorunda kalacaktır.
Sabah, 4 Temmuz 2006
|