Son bir yüzyılda Müslümanların yetiştirdiği iki büyük düşünür var: Biri İkbal, diğeri Bediüzzaman. Ancak Bediüzzaman, İkbal’den daha büyük ve daha esaslı bir düşünürdür.
Bediüzzaman’ın popüler olması, esas itibariyle iyi bir gelişme değildir. Bilakis, bu, asıl iyi gelişmelerin önünde bir engeldir. Çünkü bu, Bediüzzaman’ın anlaşılmasıyla değil, anlaşılamamasıyla, hatta yanlış anlaşılmasıyla sonuçlanacaktır.
Buradaki problem, Bediüzzaman’ın herkes gibi okunması, herkes gibi tanınması tehlikesidir. Herkes, hiçkimse demektir; hiçkimseyse, hiçbirşey.
Bediüzzaman’ın, herkese söyleyeceği çok esaslı şeyler var; bu muhakkak. Ama muhakkik olmayan herkes üzerinden Bediüzzaman’ın bize söyleyeceği şey, söyleyebileceği şey olmayacaktır.
Bu nokta, önemli. Önemli çünkü Bediüzzaman’ın yazdıkları ve yaptıkları avâmî ve umûmî şeyler değildir. Avamı ve umûmu da hiç şüphesiz ki derinden ilgilendiren ama son derece husûsî şeylerdir; bir silkiniş, diriliş ve varoluş projesidir. O yüzden Bediüzzaman’ın asıl muhatapları havass’tır. Bediüzzaman, heves için değil, havass için yazmış ve yaşamıştır.
Bediüzzaman’ın “söz”ü asıl muhataplarına hitap ettiği ândan itibaren, Bediüzzaman bihakkın anlaşılabilir ve anlatılabilir. Ondan sonra Bediüzzaman’ın popüler olmasının hiçbir sakıncası olmaz.
Peki, Bediüzzaman neden son yüzyılın en büyük düşünürüdür ve Bediüzzaman’ın yaptığı şey nedir?
Bediüzzaman’ın aynı anda 4 çağın adamı olması ve iki esaslı dil kurmasıdır. Bedizzaman, hem Osmanlı’nın son çağının tanığıdır; hem Türkiye çağı’nın tanığıdır; hem İslâm tarihi çağı’nın tanığıdır, hem de dünya çağlarının tanığıdır. Hem bütün çağları tanıyan ve bütün çağların tanıdığı; hem de bütün çağların tanığı ve kendisine tanık olduğu bir figür.
Bu, insana ne olduğunu hatırlatan peygamberî sözü ve soluğu yaşayan ve yaşatan âlim, ârif ve hakîm figürüdür.
Bediüzzaman, ancak âlim, ârif ve hakîm figürlerinin özelliklerini üzerinde barındıran bir kişinin yapabileceği bir şeyi yapmıştır: İki dil geliştirmiştir. Birinci dil, kendine mahsûs geliştirdiği Türkçe’dir. Bu Türkçe, bugün Türkiye’de hiç kimsenin vâkıf olamadığı ama en fazla vukûfiyet kesbetmeye ihtiyaç hissettiğimiz muhteşem ve muazzam bir Türkçe’dir; hem etimolojik, hem lingüistik, hem de semantik yapısı açısından sadece Bediüzzaman’a mahsus, sembolik ve metaforik dünyası son derece derin ve zengin bir dildir ve Türkçe’nin bir anıt-eseri, bir şâhikasıdır.
Bugünkü Türkçe, mana ve ruh-köklerinden, dolayısıyla sembolik derinliğinden ve dünyasından arındırılmış, kendisiyle hiçbir özgün çabanın ortaya konulması mümkün olmayan, sekülerleştirilmiş, sığ, hatta “piçleştirilmiş” bir dildir. Oysa bir dil, sembolik (“rûhî”) derinliği varsa, varolabilir; yoksa, yokolur gider.
Bediüzzaman’ın Türkçe’nin bir anıt-eserini, bir şâhikasını ortaya koymasını sağlayan asıl şey, kurduğu ikinci dildir. Birinci dil, vasıta’dır; ikinci dil, vasat’a aittir. Bu iki dil, birbiriyle kopmaz bir irtibat hâlindedir; biri olmadan, öteki de olmaz ve varolamaz. Bu ikinci dil, bütün bir İslâm medeniyeti birikimini, münhasıran da tefsir, hadis, akaid, fıkıh, kelam, tasavvuf, felsefe, tarih, gramer, mantık, lisan gibi ilimlerden müteşekkil bütün bir İslâm düşüncesi geleneğini harekete geçirerek kurulmuş bir dildir. Dünya ve hayat tasavvurumuzun kaynağını oluşturan kavramlarımızın İslâmî bir düşünce inşası ameliyesi ile şifrelenerek yeniden deşifre edilmesi çabasıdır bu.
Bedizzaman, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş sürecinde düşüncesini kuran, hem İslâmî ilimlere, hem de çağdaş dünyanın bütün dünyayı büyük uçurumların eşiğine fırlatan felsefî sorunlarına derinlemesine ve vukûfiyetle vâkıf, tek ve son düşünürdür: Yani anahtardır. Ve her bakımdan anahtar ondadır.
İslâm’ın kapısını, İslâm düşüncesinin kapısını, İslâm medeniyetinin kapısını ve bütün bunları mümkün kılacak, her alanda, İslâmî bir dil (bir varoluş ve söyleyiş biçimi) geliştirebilme çabasının kapısını Bedizüzzaman anahtarıyla açabiliriz ancak.
Medeniyetimizin solmaya yüztutan dilini, bu dile hayatını ve hayatiyetini kazandıran ruhu, ruh-kökünü kavrayabilmek ve yeniden üretebilmek için Bediüzzaman’ı tanımak zorundayız.
Bir dil, tıpkı Bediüzzaman’ın iki dil’i gibi, bir medeniyeti ifade ediyorsa ve bir medeniyetin -bütün boyutlarıyla- ifadesiyse hakîkî bir dildir; ve o dil üzerinden yeni yemişler devşirebilmek için yürünebilir ve yeni koridorlar açılabilir ancak.
Yeni Şafak, 4 Temmuz 2006
|
Amerikan kamuoyunun en az tahammül gösterdiği konulardan biri kendisine yalan söylenmesidir.
Watergate Skandalı ile ilgili sürekli yalan söyleyen Richard Nixon, kamuoyu baskısı sonucu istifa etmek zorunda kalmış, Bill Clinton ise Monica Lewinsky Skandalı’nda istifanın eşiğine gelmiştir.
Ama Amerikalıların yalana tahammülsüzlüğü buraya kadardır. Dış politikada, “ulusal güvenlik” gerekçesiyle yalan kabul edilebilir bir şeydir ve geçen yüzyılın hemen tüm başkanları bu opsiyonu serbestçe kullanmıştır.
Soğuk Savaş yıllarının bahanesi komünizmin yayılması, Rusya tehdidinin durdurulmasıydı.
Eisenhoover döneminde Guatemala ve İran’da CIA’nın düzenlemeleriyle darbe gerçekleştirilmiş, Kennedy döneminde Castro’yu devirmeyi hedefleyen Domuzlar Körfezi Çıkarması hüsranla sonuçlanmıştır.
Yönetimler her seferinde Amerika’nın rolünü inkar etmiş, ardından ortaya çıkan gelişmeler karşısında gerçeği kabul etmek zorunda kalmıştır.
Aynı şekilde Sovyetler Birliği üzerinde uluslararası yasaları ihlal eden biçimde uçan U 2 casus uçağının önce meteoroloji uçağı olduğu iddia edilmiş, Kruşçev ortaya deliller koyunca büyük bir mahcubiyet yaşanmıştır.
Şili’de darbe de aynı gerekçelerle gerçekleştirilmiştir.
Vietnam’da savaşın tırmanmasını durdurma vaadiyle iktidara gelen Başkan Johnson, Tonkin Körfezi kriziyle hem kongreyi, hem Amerikan halkını kandırmış, Amerikan askerliği varlığını en üst düzeye tırmandırmıştır.
Başkanların taktiği hep aynı olmuştur.
Varolan bir tehlikeyi olabildiğince abartmak, askeri önlem alınmazsa tehdidin kapılarına dayanacağı, özgür dünyanın yok olacağını savını ortaya koymak.
11 Eylül ile bu taktik yeniden gündeme geldi.
Bush, yalan olduğu açıkça ortaya çıkan iddialarla Irak’ta savaş için Amerikan halkının desteğini arkasına aldı.
Asıl amacın Ortadoğu’da petrol kaynaklarını denetim altına almak olduğunu itiraf edemezdi elbette.
Yalanlar üzerine kurulu dış politika, bugün de şiddetini artırarak devam ediyor.
Filistin’de yaşanan vahşet, böylesi bir politikanın sonucu.
Bütün Filistinlileri potansiyel terörist olarak gösterenler, bir halkı ekonomik ambargoyla açlığa mahkum edip başta küçük çocuklarla yaşlıların ölümüne neden olmaya nedense bir isim veremiyor.
İsrail, Filistin’de tankı, topu, roketiyle bir halkı hem aşağılıyor hem de fiziken imha ediyor.
Bu yakın dönemin en saldırgan siyaseti.
Demokrasi çağrısı yapıp sandıktan çıkan sonucu çıkarlarına aykırı bulanlar, bugün güce dayanarak elde ettikleri sonucu aldıklarını sanıyorlar.
Akılda tutmadıkları bir gerçek var, her çıkışın bir inişi vardır.
Komünizmin çökmüş olması, insanoğlunun adalet, eşitlik ve özgürlük arayışının sona erdiği anlamına gelmez elbette.
Bugün bu değerlerin savunulmasında bir kriz yaşadığımız, uluslararası toplumun bir halkın topyekun imhasına seyirci kaldığı bir gerçek.
Ama tarihin dikkatli bir okunması, bu tablonun sür-git devam etmeyeceğini açıkça bize gösteriyor.
Zalimler de bir gün hesap vermek zorunda kalacaktır.
Sabah, 4 Temmuz 2006
|
AB ile müzakere eden aday ülke Türkiye ile müzakerenin ilk ayağı olan tarama sonrasında müzakerenin ikinci ayağı olan başlıkların arka arkaya açılmasına bir türlü geçilemiyor. Bugüne dek Bilim Araştırma dışında başlık açılamadı. Başlıkların açılmıyor olmasının üç nedeni var. İlkin, Türkiye AB mevzuatıyla ulusal mevzuat arasında tarama boyunca ortaya çıkan eksikleri ne zaman ve hangi düzenlemeler vasıtasıyla tamamlayacağını belirtmiyor, ikincisi AB ülkeleri arasında başlıkların açılmasına yeni koşullar getirerek üyelik sürecimizi yavaşlatmak isteyenler var. Üçüncüsü Gümrük Birliği ek protokolünün TBMM’de onaylanıp Kıbrıs Cumhuriyeti de dahil 10 yeni üye ülkeye uygulanmıyor olması dolayısıyla ortaya çıkan fiilî durum. Gümrük Birliği’ni doğrudan veya dolaylı ilgilendiren onbeş civarında başlığın, protokol uygulanmadan yani limanlar Kıbrıs Cumhuriyeti ile ticarete açılmadan müzakereye açılması, muhtemel Kıbrıs vetosundan ötürü mümkün gözükmüyor.
Hükümet işini ciddî yapmıyor
Son haftalarda hükümet, AB işlerinde ayyuka çıkmış bulunan yavaşlama konusunda basının kamuoyuna daima bardağın boş tarafım gösterdiğini söylüyor ve aksine çalışmaların gayet düzenli bir şekilde yürüdüğünü iddia ediyor. Bu toz pembe tabloya rağmen Eğitim ve Kültür başlığının dışında kalanlar pek açılacağa benzemiyor.
Hükümet yakın zamanda bu iddiasını bir belge ile kanıtlamaya çalıştı. Başmüzakereci Haziran başında, “AB Müktesebatına uyum programı” adı altında taramaları tamamlanan 17 başlıkta 3 Ekim 2005’ten bu yana gerçekleştirilen uyum ve aynı başlıklarda 2006-2007’de yapılması öngörülen hukukî ve idarî çalışmaları detaylandıran bir rapor açıkladı. Belgenin ayrıntılarına girildiğinde yapıldığı söylenen çalışmaların pek çoğunun 3 Ekim 2005’ten önce yapılmaları planlanan ama 3 Ekim sonrasında yasalaşan düzenlemeler olduğu ve esas, aralarında başlıkların açılmasını sağlayacak güçlü taahhüt anlamına gelen yasalar olmadığı göze çarpıyor. Uzun lafın kısası kendimizi kandırmaya devam ediyoruz.
Türkiye gibi AB ile eski ve kapsamlı ilişkisi olan bir ülkenin uyum konusundaki icraatıyla mesela Hırvatistan gibi “bakir” bir adayın icraatı karşılaştırılamaz. 1996’dan bu yana yürüyen Gümrük Birliği vasıtasıyla sayısız AB mevzuatını uygulayan Türkiye buna ilâveten 1999’dan bu yana üyelik yolunda ilerliyor.
2001’de hazırlanan, 2003’te güncelleştirilen ve yeniden güncelleştirilmesi gereken “AB Müktesebatının Üstlenilmesine İlişkin Türkiye Ulusal Program” in işlevi, adı üstünde ülkenin uyumda yol almasını sağlamaktı.
Nitekim Ulusal Program’da belirtilen uyum çalışmaları ile 3 Ekim sonrasında başlayan tarama sonucunda ortaya çıkan yükümlülükler aşağı yukarı aynı olmalı. Zira yapılacak işler belli. Ayrıca yıllardır belli. Ama bunları hayata geçirmek için gereken siyasî irade ortada yok ve Türkiye 2001’de beyan ettiği Ulusal Program’ı bugün itibariyle sadece yüzde 30 civarında yerine getirmiş durumda.
İşte bu yüzden Kamu Alımları, Çevre ve Tarım gibi Gümrük Birliği ile alakası olmayan ve dolayısıyla veto tehlikesi olmadan açılabilecek başlıkların açılması Komisyon tarafından tavsiye edilmeyecek.
Açılması zor gözüken Gümrük Birliği ve Rekabet Politikası adlı iki başlıkta ise, veto riski bulunmasına rağmen esas neden tarama sonucunda ortaya çıkan tabloda Türkiye’nin 1996’da başlayan Gümrük Birliği döneminden kalan pek çok taahhütü yerine getirmemiş olması. Yani bir anlamda Kıbrıs Cumhuriyeti’nin vetosuna dahi gerek kalmadan Türkiye bu başlıkların açılmasını işleri hakkıyla yapmayarak kendisi engelliyor.
Son olarak, yapılmayan veya yanlış yapılan işler hanesine, Meclis tatile girmeden çıkacağı beklenen 9. reform paketinin gayet yetersiz bir içerikle çıkmış olmasını ve buna karşılık iç ve dış bir çok insan Haklan savunucusunun antidemokratik bulduğu Terörle Mücadele Yasası’nın kanunlaşmasını dahil etmek gerek.
Bu olumsuz ortam AB sürecine, dolayısıyla ülkenin değişim ve modernleşme süreçlerine ve sonuçta istikrarına zarar veriyor. Eğer sürerse ilerde daha büyük zararlar verme potansiyelini taşıyor.
Vatan, 4 Temmuz 2006
|
Tüm negatif gelişmelere, yükselen milliyetçi-ulusalcı dalgaya, dış baskılara rağmen Türkiye’de siyaset iki ana eksende şekilleniyor: Değişim ve statüko.
Aslında son 50 yıllık “yaralı demokrasi” deneyimimiz de bu eksen üzerinde sürdü.
Büyük sıçramaların yaşandığı, tek parti iktidarlarına yol açan genel seçimler bunu çok açık ve net ortaya koyuyor.
Kim “değişimi” savunduysa sandıktan o çıktı.(...)
Dün, uzun yıllar merkez sağı destekleyen etkili bir dinî cemaatin önde gelen bir ismiyle konuştum. Siyasetle ilgili tespitleri dikkat çekiciydi.
Özellikle DYP Genel Başkanı Mehmet Ağar’a ilişkin söyledikleri ilginçti.
“Ağar’ı dikkatle izliyorum. İlk kez farklı bir muhalefet üslubu yakaladı. Ne zaman eleştireceğini, ne zaman destek vereceğini biliyor. Türkiye’nin en önemli sorunu Kürt meselesiyle ilgili açıklamaları beni şaşırtsa da gerçekten önemli. Ağar, devleti de toplumu da iyi tanımanın avantajını kullanıyor.”
Daha önce de yazdım, Ağar, siyasette giderek kendini farklılaştırıyor.
Özellikle toplumla kurduğu sıcak diyalog ve demokrat yaklaşımlara vurgu yapması, yeni bir sivil siyasetçinin doğuşuna işaret ediyor.
Dini cemaatin etkili ismi bu konuda şöyle diyor:
“Bugün AK Parti karşısında öyle birleşmelerle bir sonuca ulaşılmaz. Aksine AK Parti’yi bu arayışlar daha da güçlendirir. Bunun alternatifi sivil ve demokrat siyaset üretmektir. Cepheleşmek değil. DYP bu açıdan önemli bir çıkış içinde. Evrensel değerleri önemseyen, insanı ön plana alan bu yaklaşım ciddi ilgi de topluyor. Toplum olanların farkında.”
Anlaşılan o ki, son Samsun konuşmasında “öteki yaratmayacağız” diyerek sivil bir çıkış yapan Mehmet Ağar, sessiz sedasız “halk damarı” nı yakaladı.
Ancak; buna rağmen özellikle merkez sağda, aralarında 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in de bulunduğu çok sayıda “suni” arayış sürüyor.
Dini cemaatin etkili ismine, bu arayışlarda Demirel’in yer almasının ne anlama geldiğini soruyorum.
Gülerek cevap veriyor:
“Bunun iki önemli nedeni var. İlki, Osmanlı’da bir söz var, ‘piri fani hırsı.’ Zamanında bu ülkeye iyi hizmetler yapan Demirel’de bu hırs o yaşına rağmen fazlasıyla var. Öteki neden ise çevresi. Ailesinin tüm mallarına haciz konuldu. Biliyorsunuz Süleyman Demirel’in başı iki yeğeni nedeniyle hiç dertten kurtulmadı. Bu iktidar da onlardan intikam alıyor. Demirel bu durumdan kurtulmak için çaba harcıyor.”
Görünen o ki, olağanüstü bir sürpriz olmazsa halk suni birliklere değil, değişimi savunan yeni isimlere ilgi gösterecek.
Sabah, 4 Temmuz 2006
|