|
|
İsmail BERK |
Müspet mânâyla yaşamak |
|
AB sürecinde, tarama başlıkları üzerinde çalışmalar devam ediyor. Bilim-araştırma ve eğitim konularının raporları hazırlık aşamasında. Daha önceleri, müzakereye kabul edilir/edilmez, Maastricht ekonomik kriterleri ile Kopenhag siyasî kriterlerini yerine getirir/getirmez tartışmaları, 2005 ile birlikte aşıldı ve tamamen güzergâh üzerinden yol alınmaya başlandı.
Bir anlamda ana yola girildi. Yol kesicilerin işi zorlaştı. Ara yollarda yaptıkları geciktirici ve engelleyici bütün manevra ve şantajları, açık yolda eskisi gibi mümkün olamayacak.
Türkiye’nin jeopolitik değeri oldukça arttı. Bir defa NATO çatısı altında AB ailesine üyelik süreci, demokrasi ve savunma ikilisinde evrensel bir otorite etkisi oluşturuyor. Güvenilirlik parametresini arttırıyor. İçerideki, kayıt dışı “hakim gücü” aşırı provokatif ve hep menfi gözlükten bakmaya ve ufunet yaymaya iten sebep, her şeyin kötüye gitmesi değildir. Kendilerine ait bozuklukların demokratikleşme ile birlikte fark edilmesi ve gün ışığına çıkmasından kaynaklanan tahsisli otoritelerinin kaybolmasıdır.
Buna mukabil, uluslararası standartlarla yüzleşmeye ve eksiğini-gediğini-ihmalini, iyileştirici zaviyeden değerlendiren bir Türkiye, sanki daha karışık ve çaresiz rollere giriyormuş izlenimi verebilir. Bu geçiş yollarının karmaşıklığından kaynaklanan bir süreçtir. Alışma ve yön levhasını bulma endişesinin verdiği gerginlikleri ve kısmî yanlışları beraberinde getirebilir. Bu son derece normaldir. Burada, “Muhakkak maslahat, mevhum mazarrata feda edilmez” ilkesi göz önünde tutulmalıdır.
Dikkat etmemiz ve gözden kaçırmamamız gereken nokta; düzeltici faaliyetlere ve iyileştirici süreçlere, her zaman direnç gösterileceğidir. En iyi niyetli bakışla, dünün alışkanlıklarını değiştirmek istemeyen ve yenilenmek istemeyenlerin düne ait uçsuz bucaksız tevil ve dirençleri görülür.
Bir de kastî ve tarafgirlik duygusu ile demokratikleşme sürecine duyulan bir direncin, kendini vazgeçilmez görme hastalığı da “umur-devlet” kılıfında ve tecrübenin yanıltıcı gözleminde ortaya çıkar. Bilimsellikten uzak verilerle oynama niyetinden kaynaklanan “arzuya fikir suretini giydirme” mugalatası, kamuoyunu yanıltma amaçlıdır.
Yukarıdaki çerçevenin doğru anlaşılması için, olayların perde arkasını uluslararası bilgi kirlenmesinden koruyarak, temel yaklaşımlarımız ve ana fotoğrafın bize kazandıracağı esas faydalar açısından bakmalıyız.
Hükümetlerin, siyasî organizasyonların, hakimiyet kavgalarının, yıllardır örülen tezgâhların ve planlanan fitnelerin gözden kaçırılmaması gerekir. Ancak hepten de onları göz önünde bulunduralım derken gözümüzün önünü kapatıp, aksiyon tarzımızı ve ufkî bakışımızı daraltmak, istikbalimizi günlük demeçlerin satır arasına boğmak, esası kaçırmamıza sebep olabilir.
Umumî ve geniş perspektiflerden ve sahip olduğumuz değerler zinciri içinde, sivil, meşrû ve kitlenin umumî vicdanında sessizliğin sesi olan yaklaşımları öne çıkarmak, menfiyi fazla nazara vermemek, ümit vermek, şevk vermek ve müsbet icraatın en azından sözü ve yazısı olacak bir istikbal müjdesinin parçası olmak gerekir.
İstihbarat ve güvenlik birimleri ile devletin bilinmeyen alanlarına atıf yapan beyanların birçoğu, yanıltıcı, yönlendirici ve farkında olmadan safiyetimizi tedirginlik içinde paranoyaya ve tarafgirlik psikolojisi ile yanlıştan medet almaya ve sevmediğimizi sevmeyene dost olmaya itebilir. İnsaf gözlüğü ve makul duruş, bunların doğru rengini, içine girmeden görmemizi ve ferasetle yol almamızı sağlar.
Aksi halde, muhakemeden uzak bir evet/hayır ezberciliği ve başkasının kavramına muhalefet edeceğim diye onun referans kavramlarını tahlil sathiliği ile yapılması gereken aslî fonksiyonlar, orijin olmanın orijinal sonuçlarını keşfetmekten ve tamamen bağımsız, farklı üst açılımların müsbet ve kucaklayıcı hedefinden uzaklaşırız.
Bütün dünyada iki blok var. Bu bloklar “tabakat-ı beşer” bloklarıdır. Bunlar arasında bir “muharebe” vardır. Bu “muharebe,” devletlerarası olmaktan çıkmış, milletler arasında da yapılamamaktadır artık. İnsan sınıfları arasında yapılmaktadır. Külliyen reddeden veya kabul eden bir mantığın, coğrafî, ırkî veya dinî topoğrafyasına sathî bir genelleme ile hüküm vermenin dönemi de bitmiştir.
Aklî, medenî ve vicdanî takdimi yapmanın tam zamanı. Tebliğin ruhu; ihlâsla nezih, müsbet ve şevk veren hüsn-ü zanlarla inkişaf eder.
24.01.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Rektörler ve AKP |
|
Van Rektörü hakkında açılan dâvâlara müdahil avukat olarak katılan Hukukçular Derneği Başkanı Hüsnü Tuna, dâvâ sürecinde üzerine düşeni yapmamakla eleştirdiği hükümetin tavrının işi kolaylaştırmak bir yana, daha da zorlaştırdığını söylemişti.
“AK Parti’nin dâvâya hiçbir dahli yok, aksine engellemesi var” diyen Tuna, Ali Adakoğlu’na, 25 milyon dolarlık yolsuzluk iddialarına rağmen Hazine’nin, tarihî eser kaçakçılığı ithamında da Kültür Bakanlığının ortada olmadığını ifade etmişti (Vakit, 2 Ocak 2006).
Rektörün, soruşturma başladıktan aylar sonra, şartlarının oluşup oluşmadığına bakılmaksızın tutuklanıp aylarca içeride tutulması da, dâvânın aşırı gecikmeyle açılması da işin tuzu biberi oldu.
Sonuçta çok ağır ithamlarla yargılanan Rektör, hatalarla dolu bir sürecin ardından tahliye edildi ve operasyon fos çıktı.
Bakalım, işin sonu nasıl bağlanacak?
Bu özet hatırlatmayı yapmamızın sebebi, Meclis araştırmasına konu olan sıradaki diğer rektörlerde de benzer hataların tekrarlanacağını düşündüren sinyallerin giderek çoğalması.
Gerçi onlarda konu henüz yargıya intikal etmiş değil. Ama meselâ şu günlerde Meclis Araştırma Komisyonunun incelediği Samsun Ondokuz Mayıs Üniversitesindeki araştırmadan yansıyan bilgiler, hükümet cenahının orada da pek hazırlıklı olmadığını ve hiç olmadık yerlerde Rektör-YÖK cephesinin işini kolaylaştıran kozlar verdiğini düşündürüyor.
Ve işaretler, orada da bir fiyasko ile karşılaşma ihtimalinin güçlü olduğunu gösteriyor.
İşin bir başka boyutu, yönettikleri üniversitelerde 28 Şubat iklimini olanca huşunetiyle sürdürmeye devam eden rektörlerle ilgili iddialar araştırılırken, askerin nerede durduğu.
Van’daki olayda “Rektörü savunmak cumhuriyeti savunmaktır” diyerek toplu halde Adalet Bakanlığına baskın yapan rektörlerin tavrına Genelkurmay Başkanı destek vermekten kaçınmış, “Eğer bana da toplu halde gelecek olsalardı soğuk bakardım” demişti.
Ancak TSK zirvesinden gelen bu çıkış, Teziç’in Van’a gittiğinde garnizonu ziyaret ederek orduevinde ağırlanmasına engel olmadı.
Ve Teziç, bundan dolayı kendisine yöneltilen eleştiriler üzerine, garnizon ziyaretinin yeni bir durum olmadığını, Anadolu’da nereye giderse gitsin mutlaka garnizona uğramasının rutin bir “gelenek” olduğunu ifade etti.
Şimdi ise, tam da Meclis Araştırma Komisyonu üyelerinin Rektör ve üniversite hakkındaki iddiaları incelemek üzere şehirde bulunduğu ve ilgililerle görüştüğü günlerde Samsun Garnizon Komutanının kampüse yaptığı ziyaret gündemde. Bu durum eleştirilince Komutan, ziyaretinin komisyonun çalışmalarıyla hiçbir ilgisi olmadığını, daha önce İlâhiyat Dekanının kendisine yaptığı ziyareti iade için nezaket ziyaretinde bulunduğunu açıklamış.
Gerçi o da tuhaf. Generallerin tartışmalı ilâhiyat dekanlarını ziyaretleri, 28 Şubat’la beraber görmeye başladığımız acaipliklerden biri.
Hatırlayanlar olacaktır; Marmara İlâhiyatta da rektörlüğe getirilen Prof. Zekeriya Beyaz, tam da ilk ve en önemli iş olarak başörtüsü yasağını orada uygulamaya başladığı günlerde Birinci Ordu Komutanının “Asker arkanda” anlamındaki ziyaretine muhatap olmuştu.
Şimdi aynı olay Samsun’da tekrarlanıyor.
Komutan istediği kadar “Nezaket ziyaretinden başka bir maksadım yok” diye açıklama yapsın; ziyaret sırasında sarf ettiği “Rektörle gurur, İlâhiyat Fakültesi Dekanını desteklemekten kıvanç duyuyoruz. Garnizon Komutanlığı olarak şükranlarımı sunuyorum. Elimizden gelen desteği sonuna kadar vermeye hazırız” sözlerinin anlamı son derece açık.
Rektörün de, talebelerine Onuncu Yıl Marşı öğretmesiyle mâruf İlâhiyat Dekanının da kişilikleri ve tasarrufları ortada. Komutan ziyaretiyle hem bunları sahiplendiğini, hem de Meclise “Boşuna uğraşmayın, arkalarında biz varız” mesajı verdiğini göstermek mi istiyor?
Peki, AKP Samsun Milletvekili olan Komisyon Başkanının, bu ziyaret için “Komutanımız doğru olanı yaptı, ne rahatsızlık duyduk, ne de yasaklayabiliriz” demesinin anlamı ne?
Gelin de ense-şaplak meselini hatırlamayın!
24.01.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Murat ÇETİN |
Vicdan soğukları |
|
Üşüyeceksin ey insan, kaçış yok. Ne kadar saklanırsan saklan sobanın, kaloriferin, otomobil klimasının en artı derecesine, dışarının eksi derecesi etkileyecek seni bir şekilde.
Hiç esmese de rüzgâr suratına suratına, elin hiç buz tutmasa da, saçlarına hiç kar düşmese de, camdan dışarı bakan gözlerin üşüyecek. Hadi hiçbiri üşümedi diyelim, vicdanın da mı üşümeyecek?
Rahat rahat doyarken yutkunamayan, ayaklarını uzatıp keyiflice dinlenirken volta atan, sıcak sıcak yaşayıp giderken buz kesilen bir vicdanın varsa eğer; mutlaka üşüyecek.
Öyle çaresiz kalmayacaksın belki ey insan. Elektrikler gitse de sarılacağın kalın bir kazağın, sıcak bir battaniyen, buharı üstünde çayın, kahven olacak. Dışarıya, kışa karşı en donanımlı kıyafetlerinle çıkacaksın. Dostlarınla oturup uzun uzun sohbetler edebileceksin. Belki o an bir türlü ısıtamadığın ayak parmaklarını bile unutacaksın. Önüne gelen ince belli bardaktaki çayın sıcağıyla elini ısıtacaksın.
Ama üşüyeceksin ey insan, kaçış yok. Belki donmayacaksın soğuktan. Belki kaskatı kesilmiş cesetini bulmayacak belediye ekipleri, terk edilmiş bir halde. Belki bir parkta uyuyakalmayacaksın. Yolda kalmayacaksın. Kalsan da kaybolmayacaksın. Belki buz gibi sobanın odayı daha fazla buz gibi yaptığını hissetmeyeceksin.
Ama elbet o kapıyı açacaksın. Elbet o tipiyi suratında bulacaksın. Elbet o diz boyu karın içine adımını atacaksın. Elbette üşüyeceksin. En sağlam binayla depremden, en fazla parayla gelecek endişesinden, en iyi sağlık sigortalarıyla bütün hastalıklardan kurtulduğunu sanıp yanılman gibi, bu kıştan da hiçbir hasar almadan kurtulamayacağını anlayacaksın.
Birileri soğuktan ölürken, kışı, kış turizmi anlamının dışında da yaşayacaksın. Titreyen çocukları görüp, çocukluk nostaljisi haricinde de hissedeceksin. Üzerine kıyafet alamayanları fark edip, sonbahar-kış kreasyonu konusuna girmeden de fark edeceksin. Beyaz manzara tablosuyla sınırlı tutmayacaksın, tablonun tamamını göreceksin.
Güzelliklerin de, zorlukların da paylaşmayla yaşanacağını, başkası üşürken rahat rahat ısınmanın mümkün olmadığını belki anlayacaksın, belki anlamayacaksın. Ama içerlerde bir yerlerde kesin hissedeceksin.
Üşüyeceksin.
24.01.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Mehdi ve Mesih'in temsilcileri |
|
Mim Kemal Öke’ye göre Ahmedinejad ve Bush aynı kalibreden liderler. Ortak özelliklerinden birisi irrasyonalist olmaları. Timothy Garton Ash gibi kimi Batılı yazarlar da Ahmedinejad için ‘yarı deli’ ifadesini kullanıyorlar. Deli olmadığı kesin olmakla birlikte pek rasyonalist olmadığı da bir gerçek. Rafsancani ile katıldığı ikinci tur seçimlerin arefesinde veya seçim kampanyasında Ayetullah Ahmet Cenneti gibi taraftarları bu seçimin Amerika ile Mehdi arasında geçeceğini ileri sürmüşlerdi. Cenneti, ‘Bu seçimlerde Mehdi, Amerika’ya karşı’ demişti. Ayetullah Cenneti, ‘12’inci İmam Mehdi’nin ABD’ye karşı olduğunu ve seçmenlerden sandık başlarına bu şuurla gitmelerini istemişti. Seçim günü sandık başlarında ‘Kahrolsun Amerika’ diye haykırmalarını da talep etmişti. Cenneti seçimleri yönlendirici konuşmasında şöyle söylemişti: “Ben kendim ve İmam Humeyni ve şu anki Rehber Ali Hamaney ve 12’inci İmam Mehdi-i Muntazar seçmenlerden sandık başlarına gittiklerinde ‘Kahrolsun Amerika’ diye haykırmalarını istiyor...”
Cumhurbaşkanı Ahmedinejad da çeşitli münasebetlerde Mehdi meselesine temas etmiş ve İran devriminin asıl görevinin Mehdi’nin zuhuruna zemin hazırlamak olduğunu söylemişti. Cuma hatiplerinin önünde yaptığı bir konuşmasında aynen şunları söyleyecektir: “Görevimiz Mehdi’ye zemin hazırlamaktan ibarettir. Devrimimizin en önemli görevlerinden birisi de Mehdi’nin zuhurunun yolunu hazırlamaktır...”
Şii düşünceye göre 12’inci İmam olan Mehdi-i Muntazar miladi 941 yılından beri gaybubet-i kübra halinde bulunuyor. Ve kıyamete yakın da zulümle dolan dünyayı adalete gark etmek için geri dönecektir. İran devrimi de bunu kolaylaştırmayı ve çabuklaştırmayı amaçlıyor. 17 Haziran 2005 seçimlerinden sonra Ağustos ayında iktidarı devralan Nejad sık sık Mehdi meselesine atıfta ve vurguda bulunuyor. Eylül ayında da BM Genel Kurulunda yapmış olduğu konuşmasında benzeri temalarda bulunmuştu. BM’deki konuşmasından sonra İran’a dönüşünde şöyle sözler sarf edecektir; “Gruplardan birisi bana şunu söyledi: Allah adına konuşmaya başladığımda benim etrafımda ve konuşma salonunda bir nur halesi ve halkası görmüş (The Sunday Times, West battles to pull Iran’s leader back from Judgment Day bomb (15 Ocak 2006)” Kısaca, BM’de yaptığı konuşması sırasında olağanüstülüklerle karşılaştığını ve konuşması sırasında yüzüne nur huzmeleri vurduğunu ileri sürmüştü.
***
Galiba Batılı gazeteci ve yazarlar bu sebepten dolayı Ahmedinejad’a ‘yarı deli’ muamelesi yapıyorlar. Bazı söylentilere göre Ahmedinejad hâlâ gaybubet halinde olan Mehdi’ye çeşitli vesilelerle gizli mektuplar göndermeye teşebbüs etmiş. Nejad’ın dinî kurumların dışından gelen ikinci cumhurbaşkanı olduğu ve 1953’te kurulan Huccetiyye Birliği cemiyetinin anlayışından etkilendiği ileri sürülüyor. Nejad’ın Ayetullah Muhammed Taci Misbah Yezdi’ye çok yakın olduğu ve ona aşırı derecede hürmet gösterdiği ifade ediliyor. Yezdi ise Huccetiyye Birliği’nin kurmuş olduğu Kum’daki Hakaniye medresesiyle yakın ilişkiler iiçinde bulunan muhafazakâr bir din adamı. Huccetiler Mehdi’nin zuhuruyla kaos içinde olan alemin birden istikrar kazanacağını ve düzeleceğini düşünüyor ve ümit ediyorlar. Nejad ve hükümetin bakanlarından birçoğunun Huccetiyye Birliği’nin kurmuş olduğu Hakaniye Medresesi çıkışlı olduğu da ileri sürülüyor (19/11/2005, Azzaman gazetesi) Bu bağlamda Nejad isim vermeden selef cumhurbaşkanları Haşimi Rafsancani ve Muhammed Hatemi’yi İslâmî çizgiden ve İmam’ın hattından sapmakla ve batılılara şirin görünmeye çalışmakla suçlamıştı.
***
Bu gibi harikuladelikler iddia etmenin irrasyonalizmle bir alakası varsa elbette ki Nejad irrasyonalist bir insandır. Bush da kendisini yüce Allah tarafından görevlendirilmiş bir kişi; istihdam edilen bir kişi olarak görmüyor mu? Hatta İsrail’i koruma, Filistin devletini kurma ve Saddam’ı cezalandırma konusunda Allah’tan emirler aldığını Şarm el Şeyh’de birçok kişinin huzurunda dile getirmemiş miydi? Şahitler arasında Filistin Başbakanı Ahmet Kurey de vardı. Mahmud Abbas da bu konuşmaya şahit olmuş, ama şahitlik yapmaktan imtina etmişti. Zıt taraflar aynı iddialarda bulunuyorlar. Aynı harikuladelikleri ileri sürüyorlar. Bush kendisini Mesih’in temsilcisi görüyor. Nejad ise Mehdi’nin temsilcisi veya hazırlayıcısı makamında görüyor. Şiilikte güçlü bir Mehdi vurgusu var. Mesih’in nüzulü konusunda mezhepleri ne diyor bilmem, ama Mehdi meselesinde bilinen görüşleri var. Galiba sorun şurda: Bir hakikatı zıt iki taraf birbirine karşı kullanıyor. O hakikatın kimin yanında tecelli edeceğini de zaman gösterecek. Bu tür görüşlerin sağlamasını zaman gerçekleştirecek.
24.01.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Cevşenü’l-Kebîr her eve girmeli |
|
Sivas’tan okuyucumuz: “Cevşen ne demektir? Cevşen’in kaynağı var mıdır? Üstad nasıl ve ne zaman Cevşen okumuştur? Cevşen Risâlelerde geçiyor mu?”
Gazetemizin şerefle vereceğini duyurduğu Cevşenü’l-Kebîr “amelî hüküm” ihtiva eden bir metin değil; nurlu ve feyizli bir münâcâttır. Kuvvetli bir duâ metnidir. Kaynağı vahiydir. Sözlükte “büyük zırh” demektir. Manevî koruma gücünün büyüklüğü ve feyzinin derinliği sebebiyle “Cevşenü’l-Kebîr” ismiyle anılır. Vahye dayanan eşsiz bir tefekkür ve zikir kaynağıdır. Allah’ın bin bir ism-i şerifiyle Allah’ın azabından, Cehennemden, ateşten, gazabından, kahrından, afetlerden ve musibetlerden Allah’a (cc) sığınma mânâsını ifade eden tevhid cümlelerinden meydana gelmiştir.
Doğrudan Cebrail Aleyhisselâm tarafından Peygamber Efendimiz’e (asm), “Zırhı çıkar, onun yerine bu Cevşen’i oku!” buyrularak öğretilen1 bu kuvvetli duâ metnini Hazret-i Ali (ra), bizzat Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâmın mübarek dilinden yazmış ve rivayet etmiştir. Böylece Peygamber Efendimiz (asm) vahiyle aldığı bu manevî zırhı, ümmetine hediye bırakmıştır.
Hadis kitaplarının her birinin, bütün sahih hadislerin ve sıhhatli rivayetlerin hepsine yer vermesi teknik olarak mümkün değildir. Zaten hiçbir Muhaddisin, kitabında her sahih hadise yer verdiği şeklinde bir iddiası da yoktur. Böyle bir iddiâ gerçekçi de olmaz. Peygamber Efendimiz’in (asm) dâr-ı bekâya irtihalinden sonra ümmet haklı olarak topyekûn hadis toplama seferberliğine girişmiş, genelde “amelî hüküm” ihtiva eden ve kaybolmak tehlikesi arz eden hadislerin rivayetine ehemmiyet verilmiş ve kitaplarda toplanmış; Cevşen gibi, Peygamber Efendimiz’in (asm) mağarada Hazret-i Ebu Bekir’e (ra) talim buyurduğu gizli zikir gibi muhtelif duâ, zikir ve münâcâtlar ise zaten büyük kutupların ve güvenilir evliyanın elinde belgelere dayalı bir şekilde bulunmakta ve öğretilmekte olduğundan, ayrıca rivayet edilmesine ve meşhur kitaplara alınmasına ihtiyaç duyulmamıştır. Hazret-i Ali’ye (ra) hususî bir emanet olarak bırakılan Cevşen, o esnada, Peygamber Efendimizin (asm) nurlu neslinin elinde bulunuyordu ve kuvvetli bir duâ metni olarak korunuyordu.
Bununla beraber Cevşen’de geçen duâlar, hadis kitaplarında elbette vardır. Et-Terğib ve’t-Terhi’b’de, Kenzü’l-Ummâl’da, Mecmû’atu’d-Daavat’da ve Mecmû’atü’l-Ahzâb’da bu rivayetlerin bir kısmı veya tamamı yer almaktadır. Kenzü’l-Ummal’da İbn-i Abbas (ra) ve Ubey İbn-i Ka’b (ra) rivâyetleri ile Peygamber Efendimiz’in (asm): “Cebrail geldi ve bana dedi ki: Ya Muhammed! Sana birkaç kelime getirdim. Bunları senden önce hiçbir Nebîye getirmedim” sözüyle birlikte Cevşen’deki münâcâtın bir kısmı zikredilmiştir.2
Ayrıca yine Kenzü’l-Ummâl’da Enes bin Malik (ra) rivayetiyle Cevşen’in bir kısmı daha rivayet edilmiştir. Ahmed Ziyâeddin Gümüşhânevî Hazretlerinin Mecmû’atü’l-Ahzab adlı duâ kitabında ise Hazret-i Zeyne’l-Abidin’den (ra) Hazret-i Ali’ye (ra) dayanan sağlam bir senetle Cevşenü’l-Kebîr’in tamamı rivayet edilmiştir.3
Üstadımız Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri gayet kesin ve net ifadelerle Cevşenü’l-Kebîr’in Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (asm) kudsî bir münâcâtı olduğunu4 ve Kur’ân’dan sonra eşsiz ve misilsiz bir eser olduğunu5 bildirmiş ve Kur’ân’ın bir çeşit özü ve özeti bulunduğunu6 beyan etmiştir. Üstad Hazretleri Cevşen’i kendisine mühim bir vird kabul etmiş ve her gün okuyarak onun feyiz, nur ve bereketinden istifade etmiştir. Cevşen’in sıhhati konusunda en son ve en sahih şahidimiz Bedîüzzaman Hazretleridir. Bedîüzzaman gibi bir allâmeye feyiz veren bir Peygamber (asm) münâcâtı, ihlâsla okuduğumuz takdirde, inşallah, elbette bize de kifayet edecektir.
Dünya hanında her gün türlü türlü olaylara dalıp çıkıyoruz. Bazen sarsılıyoruz. Bazen kalabalıklar içinde kendimizi yalnız hissediyoruz. Bazen bir sığınacak kapı arıyoruz. Bazen derdimizi dinleyen bir şefkatli sineye ihtiyaç duyuyoruz. İşte Gazetemiz Yeni Asya’nın hediye olarak vereceği Cevşenü’l-Kebir duâsı yediden yetmişe herkese, her eve Kur’ân’dan sonra birinci derecede lâzım bir sırlı ve kuvvetli duâ metnidir. Türkçe mealinin de verilecek olması bizim için değerini bir kat daha arttırıyor. Çünkü okuduğumuz duânın Türkçesini de öğrenmemiz, yaptığımız duâda Cenâb-ı Allah’tan ne istediğimizi bilmemiz açısından oldukça önemli.
Bu duâ her eve girmeli. Her evde okunmalı. Her evin bereket kaynağı, her evin Allah’a sığınma dili olmalı.
Öyleyse, bu gün her Yeni Asya okuyucusunun üzerinde, Yeni Asya’yı en az bir kişiye daha ulaştırma gibi bir manevî görev yüklü. Görevimizi yapıyor muyuz?
Dipnotlar: 1- Şuâlar, s. 541. 2- Kenzü’l-Ummâl, 2/691. 3- Mecmû’atü’l-Ahzab, 1/231. 4- Lem’alar, s.363; Şuâlar, s. 96. 5- Şuâlar, s.119, Sözler, s. 302. 6-Sözler, s.419.
24.01.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nimetullah AKAY |
Güzel eşyalar ve leziz ikramlar |
|
Evine misafir gelmeyen insanımız yoktur neredeyse. Tanıdık, tanımadık insanları evimizde ağırlarız. Hemen her evin, misafirlerin ağırlandığı bir bölümü bulunmaktadır mutlaka. Genellikle salon dediğimiz bu bölümdeki eşyalarımıza ayrı bir itina gösteririz. Daha gösterişli, pahalı eşyaları misafir odalarımıza özenle yerleştiririz. Evimizin bu bölümündeki eşyalara daha çok dikkat eder, temiz kalması için oldukça fazla çaba gösteririz.
Evimizin en güzel yerlerinde ağırladığımız misafirlerimize en güzel yemekleri ikram etme gayreti hemen her insanda bulunmaktadır. Oturma odalarımızda kullandığımız kanepe ve minderlerimiz çoğunlukla daha mütevazi olmaktadır. Çünkü oraları kimse görmemektedir. Yediklerimiz de kendi imkânlarımıza göre olmaktadır. Kendi kendimize olunca genellikle zarurî olarak iktisat kurallarına riayet etmekteyiz.
Bütün bunlar elbette ki normal durumlardır ve olması gereken hâletlerdir. Ancak niyetler değişince işin mahiyeti de değişebilmektedir. Misafire yapılan izzet ve ikramlardaki niyetimize göre farklı durumlar meydana gelebilmektedir. Gözümüzden kaçan ve hatta çoğu zaman gözümüzden kaçmayan bazı niyet ve yaklaşımlarımız vardır ki, bunlar mihenge vurularak değerlendirmeye tabi tutulmalıdır.
Misafiri en güzel mekânlarda ağırlamamızın ve onlara en kıymetli yemekleri ikram etmemizin çoğunlukla iki sebebi bulunmaktadır. Ya bu yaklaşımımız “sünnet-i seniyye”den kaynaklanan insanî bir hareket tarzıdır veya gurur ve enaniyetin sebep olduğu gösteriş dediğimiz gayr-i insanî bir durumdur.
Allah rızası için dışımızdaki insanları misafir edip ikramlarda bulunmak büyük insanî bir meziyettir. Yok eğer bu hareketlerimiz, iyi görünmek arzusundan kaynaklanıyor ve “Ne iyi insandır, ne güzel eşyaları bulunmaktadır, ne kadar cömertçe ikramlarda bulundu” gibi düşüncelerin oluşması için yapılıyor ise şüphesiz bu durum bizim insanî hasletlerimize hiç güzel bir katkı sağlamayacaktır.
Yaşadığımız ve çevremizde gördüğümüz kadarıyla gösteriş ve israf günümüzde had safhadadır. Zaten bu durumu sezdiğim için bu konuda bir şeyler yazma ihtiyacı hissettim. Ev eşyası alımında, gıda maddesi tüketiminde maddî imkânları fazla olan insanlar, hesabını vermekte zorluk çekecekleri hareketlerde ve harcamalarda bulunmaktadırlar.
Temiz mekânları oluşturmak için lüks, gösterişli ve pahalı eşyalara ihtiyaç bulunmamaktadır aslında. İnsan aşırıya kaçmadan, vasat harcamalarla misafirlerin rahat edebileceği mekânlar oluşturabilir. Yine insan niyetini düzelterek, gösterişten uzak bir yaklaşımla imkânları nisbetinde misafirlerine ikramlarda bulunabilmektedir. Ama gelgelelim ki bozuk niyetler insanları gösteriş ve israf budalası yapabilmektedir.
İnsanlar imkânları kısıtlı olan hemcinslerine caka satmak için çekinmeden lüks eşyalar alabilmekte, fakir fukaranın yılda bir kere bile sahip olamayacağı mükellef sofralara her gün kurulmaktan çekinmemektedirler. Bu vicdanî yaklaşımı masaya yatırmamız gerekmektedir şüphesiz.
Günümüzde, evlerimizi daraltan eşyalar zamanımızı oldukça fazla almakta, fabrikasyon ürünlerden oluşan yiyeceklerden dolayı sofralarımızdan israf fışkırmaktadır. Zarurî olmayan ve sadece damak zevkine hitap eden yiyeceklere verdiğimiz paralarla, yoksulluk içinde kıvranan bir çok insanın zarurî gıda ihtiyaçları karşılanabilmektedir. Ama ne yazık ki, gösteriş meraklılığı, israf alışkanlığı, gelenek-görenek belâsı dünyamızı sarmıştır. Vicdanımızın onayından geçmesi mümkün olmayan yaşayış tarzlarından kendimizi uzaklaştıramıyoruz.
Dünyadaki boğuşmaları takip etmekten ve meydana gelen olaylar hakkında ukâlaca değerlendirmeler yapmaktan, hususî dünyamızdaki ahlâkî yapımızı dejenere eden problemlere eğilmeye zaman bulamıyoruz. Cazibedar dünya olayları bizi bizden alıp uzaklara götürmüştür. Bizi kendimize getirecek ilâçları ise nefsimiz bize acı göstermektedir.
24.01.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
Ekran kirliliği |
|
Televizyonculuk zor zenaat. Önceki hafta Beyaz Show ratingleri salladı. Sezen Aksu’yu konuk ederek, mesleğinin en iyi işini yaptı demiştik. Son haftasında ise ne olduğu belirsiz konukları getirdi. Mesleğinin hatasını yaptı (Kanal D).
Banu Alkan’ı ve onunla birlikte canlı program yapan birini konuk etti. Adı Murat Taşdemir’miş.
Birlikte, Biri Bizi Gözetliyor türünde program yapıyorlarmış. Programı hiç izlemedim. Rezaletin bini bir paraymış. Programda ara ara gösterdi. Hakaret, terbiyesizlik, küfür gırla..
Geçen haftanın birinde İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi Başkanı bir açıklama yapmıştı... Atv’de sabah kuşağında yayınlanan programda, Banu Alkan’a şiddet uygulandığı gerekçesiyle Taşdemir hakkında suç duyurusunda bulunmuş...
Başkan suç duyurusunda:
“Bu programda ev içi şiddet meşrû gösteriliyor. 3 Ocak’ta Murat Taşdemir, Banu Alkan’ın kafasını duvarlara çarptı. Sözel ve fiziksel şiddet uyguladı. Bu görüntülerin ardından şarkıcı Aydın da ’Ben dayak yemekten hoşlanan kadınlar biliyorum’ diyerek kadına yönelik şiddeti ve koca dayağını meşrulaştırıcı açıklamalar yaptı. Program bu biçimiyle şiddeti normalleştirici ve meşrulaştırıcıdır” diyor.
Sadece şiddet değil. Gayr-ı merşû hayat da özendiriliyor. Birbiriyle evli olmayan ve sırf popülist ve medyatik olduğu için bir eve tıkılan ve aklından şüphe edilen insanların garip, tuhaf, depresif halleri ekrana getiriliyor.
Bu projeyi hayata geçirenlere soruyorum: mideniz nasıl kaldırıyor?
Şovmen Cem Yılmaz galiba doğru söylüyor:
“Talk şov yapacak tıynette biri değilim. Yarım saat Banu Alkan’la konuşamam. Ama Okan yapar. ‘öbür çocuğun’, Beyaz’ın yaptığını da yapamam.” (Gazeteler)
Talk şovların zaten rengi değişti. İlk başladığı dönemlerde, sanat ve şarkıcılık üzerine yapılan söyleşiler, şimdi aptalca programa malzeme olanların, aptalca seviyelerini gösteren bir oturuma dönüştü.
Peki, bu ikilinin haber bültenlerine çıkmasına nasıl bir anlam yüklemeli?
Güya program yapımcıları Banu Alkan ve Murat Taşdemir denen şahsın görüntülerinin her kanalda, magazin programları, hatta ana haber bültenleri tarafından gündüz ve gece ekrana getirilmesini halkın yoğun ilgisine bağlıyorlarmış.
Besbelli, halkı ahmak yerine koyuyorlar. Hiçbir aklı başında biri oturup da onların “rezilliğini” izlemez. İzleyenlere ise birşey diyemem.
Psikolog Alanur Özalp, kendi çerçevesinden şu şekilde değerlendiriyor programı:
“Alkan ve Taşdemir iki karakteri canlandırıyor. Biri sinirli, öfkeliyi, diğeri coşkulu ve sevgi dolu rolü üstlenmiş. Bu tarz programlar, kadına şiddetin kolaylıkla görülebildiği toplumlarda insanlar üzerinde olumsuz etkiler bırakabilir. Bazen izleyicilerin stüdyoyu basıp Murat Taşdemir’e ‘Sen ne yapıyorsun, bu kadar da olmaz ki?’ diye müdahele edecekleri endişesini de duyuyorum.”
Ekran kirliliği son bulsun derken, yeni kirler oluşuyor. Biri Bizi Gözetliyor, Benimle Evlenir Misin gibi programlar kıyasıya eleştirilirken, bu program niye gözardı ediliyor? Üstelik seviyesizlik de en dibe vurmuşken.
Dahası:
RTÜK neyi bekliyor?
24.01.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
Aydın Güven Gürkan... |
|
“Sola küs aramızdan ayrıldı…”
Kürsünün tam salonda, başı sarı baretli bir grup işçinin ortasına oturmuştu. Onun da başında işçi bareti vardı.
Parti içinde solu temsil ediyordu.
Peki, solcu olan partide bir de sağ mı vardı? Sağ yoktu da pek fazla sol da yoktu.
Peki bu nasıl bir sol partiydi? Partinin kurucularından Turhan Temuçin’in deyimiyle, “Parti mi, marti mi?” Neyse işte öyle bir şeydi Halkçı Parti… Sol desen sola benzemiyor. Sağ desen sağla hiç alâkası yok.
Solun tek temsilcisi olduğu iddiasını taşıyor, ama solcu olduğunu söyleyenlere partide pek iyi gözle bakılmıyordu.
Aydın Güven Gürkan da onlardan birisiydi.
Erdal İnönü’nün, “Ben bu partide siyaset yaptırmam” özdeyişinin henüz tarihe mal olmadığı bir dönemdi. 12 Eylül’de tüm partiler kapatılmış, Evren Paşanın emriyle iki partinin kurulmasına izin verilmişti. Biri sağda, diğeri ise soldaydı.
Başbakanlığın bir odasında devrin başbakanı Bülent Ulusu, sağdaki Milliyetçi Demokrasi Partisini (MDP), Başbakanlığın diğer odasında Başbakanlık Müsteşarı Necdet Calp ise soldaki Halkçı Partiyi (HP) kurmuştu.
Bülent Ulusu çekilince, işin başına kokteyl salonlarında iyi puro içip, neşeli sohbetler yaptığı için Turgut Sunalp Paşa getirilmişti. Sunalp Paşanın hoşsohbet olduğu biliniyordu da henüz bu sohbetlerinden birinde Kıbrıs çıkarmasıyla ilgili plânları İngilizlere detaylarıyla anlattığı henüz bilinmiyordu.
Turgut Paşa çalışmalarını Sıhhıye Orduevinin “general katı”nda kendine ayrılan dairede sürdürüyordu.
Sivillerin orduevine girişlerinde sorun yaşanması üzerine çalışmalar daha sonra Cinnah Caddesindeki ünlü Mavi Ev’e alınacaktı.
Yoksa Sıhhıye Orduevinin bir katına amblemi horoz olan MDP’nin tabelası pekâlâ asılabilirdi. Çünkü parti 12 Eylül ruhuyla acayip bütünleşmişti. Mavi Ev’e taşınsalar bile partideki disiplin ve emir komuta zinciri hiçbir zaman bozulmadı. Ünlü dolandırıcı Kemal Horzum’un malî desteğiyle parti seçimlere kadar tıkır tıkır işledi.
Başbakanlığın iki odası yoktu elbette ki. Üçüncü odasında da şişman, koca kafalı, kalın gözlüklü bir adam ANAP’ı kurdu.
12 Eylülcüler, “Sağda iktidar partisi, solda ise bir muhalefet partisi oluştururuz, icazetli iktidarda MDP, icazetli muhalefette Halkçı Parti olur, ülkeyi paşa paşa(!) idare ederiz” diye düşünüyorlardı. Bu onların düşüncesiydi. Ancak 12 Eylül’e destek veren Amerika başından beri Özal’la çalışıyordu. Seçimlere girmek isteyen partiler Millî Güvenlik Konseyine listelerini sunuyorlar bu listeler incelendikten sonra veto edilenler TRT’den ilân ediliyor, partiler yeni isimler bildiriyorlardı.
Demirel’in arkasında olduğu Büyük Türkiye Partisi gümbür gümbür ortaya çıkınca, paşalar partiyi kapatıp Demirel ve arkadaşlarını Zincirbozan’a sürerek sorunu kökten çözmüşlerdi. Zincirbozan yolunda kurulan Doğru Yol Partisi ile İsmet Paşa’nın oğlu Erdal İnönü’nün genel başkan olduğu SODEP’in seçimlere sokulmayacağı artık belli olmuştu. Özal’ın partisinin de veto yemesi an meselesiydi. ABD Genelkurmay Başkanı Alexandar Haig tâ Amerika’dan kalkıp gelip, Özal’ın seçimlere girmesini istemişti.
6 Kasım 1983 seçimlerine ihtilâlden icazetli MDP ve Halkçı Parti ile ABD’den icazetli ANAP girmişti.
Evren Paşanın 5 Kasım gecesi Özal’a ağır bir dille hücum etmesi üzerine ihtilâlle hesaplaşmak isteyenler ANAP’a meyletmiş, tek başına iktidar olması için kurulan MDP üç partinin yarıştığı seçimde ancak üçüncü olabilmişti.
Halkçı Parti ise seçimlerde yüzde 32 oy alarak ikinci olmuştu. Aydın Güven Gürkan 12 Eylül’ün üniversitelere getirdiği uygulamayı protesto edip ayrılanlardandı.
Her nasılsa Konsey’den veto yememiş ve Antalya milletvekili olarak parlamentoya girmişti.
Halkçı Parti’de Cüneyt Canver, Fikri Sağlar, İstemihan Talay’ın da aralarında bulunduğu ve kendilerini solcu olarak hissedenlerle, sol partide kendini solcu hissetmeye karşı olanlar arasında bir itiş kakış başladı. Bu bir süre sonra parti içi mücadeleye dönüştü. Bir grup partinin icazetli havasından rahatsız olmaya başlamıştı. Necdet Calp’in etrafında toplananlar partinin 12 Eylül’ün ruh ve felsefesine uygun bir sol parti olarak kalmasını savunuyor, Gürkan ve arkadaşlarını, “aşırı solcu” olmakla suçluyordu. Aşırı solculuk icazetli Gürkan ve arkadaşlarına kalmıştı.
Bu çekişme Selim Sırrı Tarcan Spor Salonundaki kongrede hesaplaşmaya dönüştü. Gürkan, kurultay salonunda sırtında Ecevit’in ünlü mavi gömleğini çağrıştıran mavi bir gömlek ve işçilerin arasında başına baret koyarak emekçi havasını veriyordu.
Kurultay yapıldı, 12 Eylül’ün partisinde 12 Eylül ruhu kaybetti. Bu aslında Konsey cephesinde açılan ilk gedikti. Necdet Calp kaybetti Aydın Güven Gürkan kazandı.
Halkçı Parti’den bir süre sonra da MDP’de Turgut Sunalp Paşa ile birlikte 12 Eylül ruhu hezimete uğrayacak ve Ülkü Söylemezoğlu kazanacaktı.
İnişli ve çıkışlı bir siyasî hayattan sonra siyasetle birlikte Ankara’yı da, sonunda dünyayı da terk eden Aydın Güven Gürkan aslında icazetli sol bir partide 12 Eylül ruhuna ilk meydan okuyan ve bunda da başarılı olan bir adamdı.
Halkçı Parti ile SODEP’in birleşmesine öncülük etti. SHP’nin kuranlar arasında yer aldı. Ama bir süre sonra orada muhalif konuma düştü. SHP ile CHP’nin birleşmesinde de emeği ve katkısı vardı. Bir süre sonra orada da parti içi muhalif oldu.
Solun bitmez tükenmez bilmeyen olağanüstü kurultaylarında sıkça aday oldu, ama hep kaybetti. CHP’den istifa ettikten sonra uzun bir küslük döneminin ardından bir süre İsmail Cem’in YTP’sine katıldı, ama o başlamadan biten bir macera oldu. Solu birleştirdi, ama solda siyaset yapacağı bir parti bulamadan sola küs olarak aramızdan ayrıldı...
Aydın Güven Gürkan’ın siyasî hayatı aslında 12 Eylül sonrası siyasetin tüm izlerini taşıyordu.
İcazetle kurulan partiler milletten destek bulamıyor.
En kudretli döneminde Evren ve arkadaşlarının sağda MDP, solda Halkçı Parti formülü tutmuyor. Bir kez daha millete dayatılan formüller millet tarafından reddediliyordu.
Olağanüstü Kurultaylar, parti içi mücadeleler aslında siyasetin değirmeni gibi… Öğüttükçe öğütüyor. Sol bunu çok yaşadı, parti içi kavgalarda yıpranan birçok parlak isim milletin gözünde de güvenini kaybetti. Netice itibariyle sol kaybetti. Çünkü içlerinden çıkaracak adam kalmadı. Sol muhalefet ise kala kala Mustafa Sarıgül’e kaldı.
Aynı sorun şimdi merkez sağda yaşanıyor.
12 Eylül sonrası siyaseti tanzim etme dönemi ile 12 Eylül’ün iplerinden kurtulan siyasetin kendini tanzim etme devrinde sol yelpazenin en önemli isimlerindendi Aydın Güven Gürkan.
Ne denli keyifli olsa da bazı durgun anları vardı. Merak etmiştim. Bir gün sordum: “Öğretim üyesi olduğum dönemde Bahçelievler’deki evimizde bir yangın çıkmıştı. Eşimi orada kaybettim” demiş ve kelimeler boğazına düğümlenmişti.
Kalbinin bir köşesinde bir acısı olan, yüreğinin bir yanı yıkık insanlardandı Aydın Güven Gürkan...
24.01.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Yine aynı dert |
|
Türkiye’nin ve dünyanın sayılı—güzel—şehirlerinden biri olan İstanbul, yaşadığı kargaşaya rağmen ilgi görmeye devam ediyor. Uzun yıllar ‘taşı da toprağı da altın’ olarak görülen bu en büyük ilimiz, son yıllarda en çok ‘trafik yoğunluğu’ sebebiyle tenkid edilir oldu. Gerçekten de İstanbul’a dışarıdan gelen ‘misafir’lerin ilk dikkatini çeken problem trafik yoğunluğu oluyor.
İstanbul’da yaşayanlar ise, bu sıkıntılara alışmış ve bir bakıma da kabullenmiş oldukları için ‘Buna da şükür’ deyip İstanbul’un güzelliklerini görmeyi tercih ediyorlar. Türkiye’nin başkenti Ankara’dır, ama yöneticilerin de kabul ve tasdik ettiği üzere gerçekte İstanbul’dan ‘yönetilir.’ Türkiye’ye kara kışın gelmesi bile, İstanbul’a kar yağmasına göre değil midir? Bakın, neredeyse haftalardır Anadolu kar altında, ama kar/kış haberleri manşetlere taşınamadı! Bundan sonra kar haberlerini—muhtemelen—daha fazla göreceğiz, çünkü İstanbul’a da kar yağmaya başladı...
İstanbul’u ilgilendiren güzel bir gelişme daha yaşandı. ‘Yetkililer’ bir araya gelip, bu büyük ve güzel şehrin trafik problemine neşter atmaya, çözüm bulmaya karar vermişler. Alınan ve kamuoyuna açıklanan kararlara göre, bundan sonra İstanbul trafik yönünden kısmen de olsa rahatlayacak. Gerçi bu kararlar da kalıcı ve uzun ömürlü olarak problemi çözmeyecek, ama eldeki imkânlara göre faydalı olacağı muhakkak.
İstanbul’un trafiğine çözüm olması için alınan kararları duyunca, ‘Bunlar en az 15 yıl önce teklif edilen çarelerdi, niçin bu güne kadar beklediniz?’ demekten kendimizi alamadık. Meselâ, boğaz geçişlerinde kullanılan ‘köprü’lerdeki ödeme sisteminin değişmesi, Boğaziçi Köprüsü’nden (1. köprü) sadece otomatik ödeme yapılan sisteme kayıt olanların geçecek olması bunlardan biridir. Bu arada, ‘köprülerdeki para ödeme turnikeleri kalkacak, köprüler ücretsiz olacak’ vaadinin şekil değiştirerek “Ücretli, ama otomatik geçiş sistemi”ne dönüştürüldüğünü de anlamış olduk. Her şeye rağmen alınan kararlar iyi olmuştur. Kararları alanları tebrik ederken, yine de sormadan edemiyoruz: Bu kararları almak için bunca yıl neden beklediniz? (‘Bunca yıl’ın asıl muhatabı bürokratlar, ikinci derecedeki muhatabı da işbaşındaki hükümettir. Çünkü onlar da 3 yıldır ‘tek başına/işbaşında’dırlar ve bu kararları bugün değil, en az 3 yıl önce alabilirlerdi!)
Boğaziçi Köprüsünün yapıldığı ilk yıllarda böyle bir karar almak ve uygulamak, ‘teknik’ olarak da mümkün değildi. Çünkü bunun için teknik altyapı yok ya da yaygın değildi. Ama köprü ve otoyollara ‘otomatik geçiş sistemi’nin ‘deneme amacıyla’ kurulduğu günden itibaren bu sistemin köprülerdeki yoğunluğa kısmî çare olduğu ve bir şekilde yaygınlaştırılması gerektiği hep söylendi. Ancak ne hikmetse bürokrasi bu makul teklif karşısında hep direndi. Öyle ki, “OGS” satın almak, neredeyse ev-araba satın almak gibi zorlaştırıldı. Oysa ta o gün çare belliydi: Mümkün olduğunca OGS yaygınlaştırılmalı, nakit ödeme ise azaltılmalıydı. Bunun yolu da “OGS”yi satın almayı bir şekilde kolaylaştırmaktı. Bunun hep köprülerdeki trafiği hafifleteceği, hem de muhtemel yolsuzlukları sona erdireceği belliydi. (Yoksa, muhtemel yolsuzlukları teşvik için mi OGS ve KGS—Kartlı Geçiş Sistemi—kolaylaştırılmak yerine zorlaştırıldı?)
“Aklın yolu bir”in tercih edilecek olmasını alkışlıyor ve soruyoruz: Benzer şekilde başka konulardaki ‘aklın yolu bir’leri tercih etmek için ne bekliyorsunuz? Meselâ, Türkiye’nin önünü tıkayan ve ufkunu karartan ‘başörtüsü yasağı’ndaki direnmeniz neyin nesi? Aynı şekilde, Terörle Mücadele Kanununda yapılmak istenen AB/hak ve hukuka/adalete aykırı düzenlemelerdeki bu ısrarınız neden? TCK’daki 301 ve benzeri yanlışlardaki ‘gerçeklere gözü kapama tavrı’ niçin?
Bir gün gelecek ve aynen “trafik” ve yakın geçmişte “SSK” konularında alınan doğru kararlar gibi “yasaklar” konusunda da doğru kararlar alınacak. Biz de aynı şeyi soracağız: Bunca yıl niçin beklediniz?
Lütfen, güneşe gözünü kapayanların durumuna düşmeyelim.
24.01.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
<%
Public Function VeriAl(strGelen)
Set objVeriAl = Server.CreateObject("Microsoft.XMLHTTP" )
objVeriAl.Open "GET" , strGelen, FALSE
objVeriAl.sEnd
VeriAl = objVeriAl.Responsetext
SET objVeriAl = Nothing
End Function
strAdres = "http://www.tcmb.gov.tr/kurlar/today.html"
strVeri = VeriAL(strAdres)
iDolar=InStr(strVeri,"USD" )
strDolarAlis=Mid(strVeri,iDolar+39,10)
strDolarSatis=Mid(strVeri,iDolar+52,10)
iEuro=InStr(strVeri,"EUR" )
strEuroAlis=Mid(strVeri,iEuro+39,11) 'alis
strEuroSatis=Mid(strVeri,iEuro+52,11) 'satis
%>
|
Para Piyasaları |
Alış |
Satış |
Dolar |
1.34530 |
1.35505 |
Euro |
1.61275 |
1.62484 |
<%=strdolarsatis%>
<%=streurosatis%>
|