|
|
Şemdinli ‘sizlere ömür’ mü?
Dünkü gazeteler bir korku filmi gibiydi... Beyoğlu Başsavcısı ile İstanbul Emniyet Müdür yardımcılarından birinin “ilişkileri” konusundaki fotoğraflarla iddialar dudak uçuklatıcıydı...
Ağca’nın tahliye macerası muhakkak çözülmesi gereken bir bilmeceye dönüşmüştü... Yargıtay’ın “yanlış hesaplandığına” oybirliği ile karar verdiği tahliye hesapları Üsküdar, Kadıköy ve Kartal adliyelerinden hiçbir engele takılmadan geçivermişti... Üstelik ilk kararı veren Üsküdar Adliyesi’nin bu konuya bakmaması gerektiği, bizzat tahliye kararını alan mahkeme başkanı tarafından söyleniyordu... Ne var ki, bunu beyan eden mahkeme başkanı dosyayı reddetmemiş, karara bağlamıştı...
*
Hukuk sistemimizin üzerindeki soru işaretlerini iyice koyulaştıran gelişmeler bunlardan ibaret değildi...
Musa Anter cinayetinin üstündeki örtü de aralanmaktaydı... Musa Anter’i öldüren beş kişiden biri olduğu belirtilen eski bir “itirafçı” olayı Hürriyet gazetesinde Ersin Kalkan’a sayfa sayfa anlatmaktaydı...
Bu kişi daha önce de, 10 Haziran 1994’te Diyarbakır’da kaçırdıkları Murat Aslan’ı öldürdüklerini ve üzerine benzin dökerek yaktıklarını anlatmıştı. Anlattıklarının tümü harfi harfine doğru çıkmış, sonucu Adli Tıp da kesinleştirmişti. Ne var ki, hukuk sistemi bu itirafları sonuçsuz bırakmıştı.
Şimdi, aynı itirafçı, daha önceki açıklamalarının bir devamı olarak Musa Anter cinayetini hikaye etmekteydi... Açıklamaları acaba bu kez duyulabilecek miydi? Yoksa çığlık sessizlikte mi yankılanacaktı?
*
Türkiye, Futbol Federasyonu’ndaki tartışmalarla meşgulken, Şemdinli’de bir kişinin ölümü, beş kişinin yaralanması ile ilgili davada sanık olan uzman jandarma çavuşu tahliye edildi.
Savcılık, itirafçı Veysel Ateş’in ifadesinin kaybolduğunu iddia eden Emniyet Genel Müdürlüğü Terörle Mücadele Daire Başkanı’nın sözleri üzerine Şemdinli polis bilgisayarlarını incelemeye aldı. Bu olumlu gelişmeye rağmen, dünkü gazetelerden birinde CHP Hakkari milletvekili Esat Canan’ın “Şemdinli olayının kapatılacağını” öngören bir demecine rastladım. Esat Canan delillerin karartıldığını söylüyor. Emniyet Genel Müdürlüğü Daire Başkanı gibi itirafçı Veysel Ateş’in gözaltında iken “sürekli telefonla görüştüğünü” iddia ediyor. Tahliye edilen sanığın ortaya çıkmayan telefon görüşme “kayıtlarının” önemini vurguluyor.
“Çerçeveye bakıldığında” da “olayın aydınlatılmasının mümkün gözükmediğini” belirtiyor.
*
Türkiye’de devletin derinindeki odaklardan kaynaklanan şiddet eylemlerinin şu veya bu şekilde adalet sisteminin içinde kaybolması konusu bugüne kadar rastlanmayan keskin bir tonda dile gelmekte...
Mehmet Ali Ağca’nın garip bir şekilde tahliyesi, emekli Orgeneral Kemal Yamak’ın Özel Harp Dairesi anılarıyla kesişince, adalet sisteminin zaafları ve karanlıktaki ilişkiler yeniden gün ışığına çıktı.
Kendisini karşılayanlardan birinin “çete üyesi” olduğu anlaşılan Ağca’nın tahliyesi ertesinde yazılıp çizilenler bir arada ele alınınca, Türkiye’nin neden evrensel bir hukuk devleti olamadığı çok daha net anlaşılıyor.
Yıllardır söylenenler bir kez daha açığa çıktı.
*
Şimdi asıl soru şu:
Acaba devletin sağlıklı bir kesimi, tüm dünyada soğuk savaş döneminin bitimiyle birlikte tasfiye edildiği halde Türkiye’de yaşamaya devam eden Gladio örgütüne artık son vermek mi istiyor? AB istikametinde bir saydamlaşma, hukuksal düzeni tehdit eden şiddet yanlısı bir yapı ile bir arada olamaz. Bu yapının ortadan kaldırılması mı söz konusu? Yoksa, Türkiye’de cumhurbaşkanlığı seçimi arifesinde, Gladio türü örgütlerin köhne kalıntıları gövde gösterisi mi yapıyor? Ya da, sürekli dönüşme sancıları çeken Türkiye’nin devlet içindeki çatışmaları mı ortalığı dalgalandırıyor?
*
Tahminlerin hangisinin doğru olduğunu gelişmeler gösterecek. Şemdinli’nin “rahmetli” olması ya da sonuna kadar aydınlatılması da nirengi noktalarından birini oluşturacak.
Mehmet Altan
Sabah, 23.1.2006
|
24.01.2006
|
|
Değişen yasaları bu bürokrasi mi uygulayacak?
Ağca’nın erken salıverilmesi olayında Yargıtay’ın verdiği karar, yargı meselesinin bir an önce ele alınması gerektiği konusunu yakıcı bir şekilde gündeme getirdi
Sadece bazı yasaların değiştirilmesinin yeterli olmayacağı, yasalarla birlikte bu yasaları uygulayacak yargı organının ve bu organda görev alan yargı mensuplarının da önemli bir değişime ihtiyacı olduğu artık şiddetli bir ihtiyaç olarak kendini dayatıyor.
Son birkaç aylık döneme ilişkin kamuoyunun karşı çıktığı, kamu vicdanının itiraz ettiği ya da yoğun olarak tartıştığı birçok olayı ya da davayı sıralamak mümkün.
Yargının bu dönem içinde gördüğü her önemli dava ve aldığı kararlar -özellikle siyasi kökenli olanlar ya da ucu siyasete dokunananlar- sadece Türkiye’de değil, Türkiye ile yakından ilgili Avrupa ve dünya kamuoyunda da tartışılıyor.
Mardin Kızıltepe’de evlerinin önünde polisler tarafından öldürülen baba-oğulla ilgili dava, Orhan Pamuk ve bir takım yazar, yayıncı, gazeteci - hatta okur- için açılan ifade özgürlüğüne ilişkin davalar, Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Rektörü hakkında açılan dava ve rektörün tutukluluk kararı, Şemdinli olaylarıyla ilgili dava ve son olarak Ağça’nın erken salıverilmesine ilişkin kararlar bunlardan birkaçı.
Bu tartışmalı davalara ve kararlara, bazı yargı mesuplarının kirli ya da şaibeli ilişkilerini de eklersek tablonun hiç de iç açıcı olmadığını görürüz.
Yargının bu kadar tartışılıyor olması ve adalet fikrinin bu derece yara alması pek hayra alamet bir durum değil.
Şemdinli olaylarıyla ilgili açılan davaların ilkinde mahkemenin, Şemdinli’de keşif heyetinin üzerine ateş etmekle suçlanan uzman çavuş Tanju Çavuş’u, “bir kişiyi öldürmek, silahla beş kişiyi yaralamak”tan açılan davanın ilk duruşmasında serbest bırakması, olayın ‘lokal’ olduğunu söyleyen bazı komutanların bu konudaki sözlerinin etkili olduğu izlenimi veriyor.
Oysa hukukçular, Şemdinli’deki bombalama olayıyla ilgili davaların ayrı ayrı görülmemesi gerektiğini, bu olayın bir çete davası olduğunu söylüyorlar.
Ağça kararında ise, mahkemelerin hesaplama sırasında bu kadar büyük hatalar yapmış olması daha yeni sorgulanıyor. Yargıtay’ın verdiği hızlı ve kesin karara bakıp, “Bu işin içinde acaba başka şeyler mı var?” deniliyor.
“Bu kadar vahim ve tartışmalı bir kararın hesabını sormak gerekmez mı?” sorusu şimdi daha yüksek sesele dillendiriliyor.
Yargının da denetim imkanı, denetim mekanizmaları elbette mevcut. Öyleyse bu işin aslını, varsa sorumlularını ortaya çıkartmak ve gerekirse cezalandırmak gerekmez mi?
Yargıyı, “derin devletin yan teşkilatı” suçlamalarından kurtarmanın yolu bu mekanizmaları etkin bir şekilde çalıştırmaktan geçiyor.
Bir de bazı yargı mensuplarının dışardaki hal ve davranışları ile ilişkilerinden kaynaklanan meseleler var. Zaman zaman çete bağlantıları, suç örgütleriyle ilişkiler vesaire, uygun olmayan yaklaşımların yargı kararlarına ve uygulamalarına yansıması söz konusu.
Bunun son örneği Beyoğlu Cumhuriyet Başsavcısı Ünal Canpolat hakkındaki iddialarla ilgili. Üstelik işin içinde bir de emniyet müdür yardımcısı var.
Ayrıntılara girmeye gerek yok. Mesele, başta yargı olmak üzere bürokrasinin geneli ile ilgili.
Vatandaş suç örgütü üyeleri ya da bazı şaibeli isimlerle yargının ve emniyet teşkilatının tepelerinde görev yapan kanun adamlarını aynı masa etrafında görünce ne düşünür?
Böyle bir ortamda kanun, adalet, devlete güvenmek gibi hayati düşüncelerin önemi kalır mı?
Başta yargı olmak üzere bürokrasinin Avrupa yolunda değişime direnen kurumların başında geldiğini söyleyenler haksız değil.
Türkiye’nin AB yolunda ilerlemesini sağlayacak değişimleri uygulayacak olan bürokrasi bu bürokrasi olamaz.
Yasaları değiştirmek belki çok önemli, ama onları uygulayacak bürokrasinin değişimi öyle anlaşılıyor ki yasaların değişiminden çok daha önemli.
Koray Düzgören
Yeni Şafak, 23.1.2006
|
24.01.2006
|
|
‘Kurmay aklı’ bu mu?
Asker söz konusu olduğunda, hemen ‘kurmay aklından’ dem vurulur. Askerin, kerameti kendinden menkul kurmay aklına, birileri hep methiye düzer. Yok yok, o ünlü kurmay aklının hepten efsane olduğunu söylemek istemiyorum. Aksine, bir zamanlar sözü edilen bu aklın var olduğunu ben de kabul ediyorum. Hatta, o akıldan bugüne intikal eden bir parçadan da söz edilebilir. Fakat, son zamanlarda askerden duyup işittiklerimiz, o ünlü kurmay aklının yerinde yeller estiği zehabına kapılmamıza neden oluyor. Hatta, kurmay aklına sahip olmakla övünen bu kurumdan mütekait bazı isimlerin, bırakın kurmay aklını, düz bir akıldan ve standart bir mantıktan yoksun sözler ettiklerine şahit oluyoruz. Mesela şu Türkiye’nin borçlarını karşılıksız para basarak kapatacağını söyleyen paşayı ele alalım. Bu yüksek zeka ürünü sözü sıradan biri söylese, etrafındaki insanlar ya şaka yaptığını zanneder, ya da akıl sağlığını yitirdiğini düşünürler. Daha geçenlerde yine mütekait bir başka general çıkmış, kendi bindiği dalı kesercesine ‘Mehmetcik demek küçük Muhammed demek değildir’ diyordu. Ya ne demek? ‘Paşa keyfiniz bilir’ dediysek, kelimelerin anlamlarını da keyfinizce koyabilirsiniz demedik yani. Sahi, kelimeleri de askere alsak, ictimaya çıkarsak, beğenmediklerimizi mıntıka temizliğine göndersek, mürteci kelimeleri YAŞ kararıyla sözlükten atsak, sakallı kelimeleri nizamiyeden almasak, hoşlanmadığımız bazı kelimelere şınav çektirsek, bazılarına tekmil verdirip ‘Mana değişeceeek.. değiş!’ diye komut versek. Komutumuza aldırmayan kelimelere 2-4 nöbeti yazsak’ Ne iyi olurdu değil mi? Yine kurmaylığın zirvesine yükselmiş ve oradan başarılı bir darbeyle daha yukarıya tırmanmış bir paşamız da, darbe ertesinde sallandırdıkları gündeme gelince; ‘Asmayalım da besleyelim mi?’ demişti. Bu söz de, tek başına kurmay aklından kuşku duymamıza yetmez mi? Ama bunların hiçbiri eski MGK genel sekreteri Tuncer Kılınç Paşa’nın sözü kadar kurmay aklı adı verilen aklı utandıracak mahiyette değildi. Paşa, Türkiye’yi yönetmek isteyen siyasetçilere bir komut vermiş: ‘Türbanını çıkarmayan eşlerinizi boşayın!’ Paşanın kurmay aklının varlığına olan yarım kalmış inancımızı hepten yok eden sözleri bununla sınırlı değil. En az bu kadar tarihe geçmesi gereken bir başka sözü de şu: ‘Milliyetçi değilseniz vatan hainisiniz.’ İyi mi? Paşa, kendisiyle mülakat yapan adını sanını yeni duyduğum bir dergiye ‘Bizler dinozorlarız’ da demiş. Estağfirullah desek bir türlü, başımızı sallasak başka türlü. Ama, en şaşırtıcı olanı da, Paşa’nın aynı mülakatın devamında söylediği şu söz: ‘NATO’nun ayakta kalabilmesi ve Batı dünyasının ortak hareket edebilmesi için İslâm fundamentalizmi ortaya atıldı.’ Etme be Paşa! Oldu mu şimdi? Bu ne perhiz, bu ne turşu? Bir yandan başörtüsüne tahammül edemeyeceksiniz, bir yandan da İslâm fundamentalizminin icat edilmiş bir öcü olduğunu söyleyeceksiniz? İşte bu olmadı Paşa! Değil kurmay aklı, sıradan bir akıl bile çelişkinin bu kadar yamanına imza atmaz. Sahi, siyaseti erkekler yapacaksa, kadınların başı kimi, neden ilgilendirir? Siyasetçinin eşi olmak, onun istediği zaman alıp istemediği zaman atacağı ‘malı’ olmak anlamına mı gelir? Siz ki, ‘çağdaşlaşma’ adı verilen mühendislik projesinin mimarısınız. Çağdaşlık, kadına kocanın ‘eşyası’ gibi bakmak mıdır? Kadının kocasından bağımsız bir öz kimliği, öz kişiliği yok mudur? Asker kişiler, karılarını böyle mi görürler? ‘Şu kıyafeti giyersen veya bu kıyafeti giymezsen seni boşarım’ mı derler? Paşa, farkında veya değil, fakat sadece Allah’ın örtü emrini yerine getiren kadınlara değil, tüm kadın soyuna hakaret ediyor. Bunu bilerek veya bilmeyerek yapıyor, onu bilemem. Ama yaptığı bu. Sadece kadına değil, erkeğe de hakaret ediyor. Siyaset yapan erkeğe, eşine zulmeden bir canavar olmayı telkin ediyor. Erkeğin, kadını kendi makam ve mevkii için yeri geldiğinde kullanabileceğini, yeri geldiğinde gözünün yaşına bakmadan harcayabileceğini söylemektir bu. Hadi ‘Buna Allah ne der?’ diye sormayalım. Allah’ın ne diyeceği zaten açık. Ama ‘İnsan ne der?’ diye soralım. İnsanlığa, vicdana, insafa sığar mı bu? Vah kurmay aklı vah! Vah çağdaşlık vah! Vah paşa vah!
Arif Çevikel
Vakit, 23.1.2006
|
24.01.2006
|
|
Gerçekten özel bir teşkilât
Emekli Tuğgeneral Adnan Tanrıverdi’nin zihin açıcı açıklamalarının ardından gelen Özel Harp Teşkilatı ile ilgili Genelkurmay açıklaması, bir anda durumu ‘siyasileştirdi’.
Hatırlarsak Tanrıverdi Türkiye’de sivil otorite ile bürokratik otorite arasında zaman zaman gerilimlerin olabildiğini; ve TSK’dan bağımsız olmayan bürokratik otoritenin de bu süreçte ‘özel kuvvetler’ kullandığını söylemişti. Söz konusu ‘özel kuvvetlerin’ kendisinin de içinde çalıştığı Özel Harp Teşkilatı olduğunu anlamak için ise fazla bir gayret gerekmiyordu. 1952 yılında kurulmuş olan bu Teşkilat’ın tüm dünyada emsalleri olan Gladyo modeli çerçevesinde benzer işlevler gördüğüne dair yaygın bir kanaat mevcut. Bu birtakım münafıkların hayalinde yeşermiş bir hipotez değil... Örneğin emekli General Yirmibeşoğlu’nun 6/7 Eylül 1955’teki esas olarak Rumlara ama nihayette gayrımüslimlere yönelik pogromu “Özel Harp Dairesi’nin en başarılı işlerinden biri” olarak tanımlaması kayıtlara geçmiş durumda. Ayrıca ülkedeki gizli rant kanallarından faili meçhul cinayetlere uzanan gayrı meşru mafyatik ağın, JİTEM’i Susurluk’a bağlayan gayrı resmi devlet mekanizmasından beslendiği de yığınla vakada ortaya çıkmış durumda.
Gladyo modelinde teşkilatlar kurmuş olan ülkelerin hepsi bu tür yozlaşmış ilişkilere sahne oldu ve sonuçta söz konusu teşkilatları lağvettiler. Türkiye hariç... Çünkü Ali Bayramoğlu’nun tespitiyle Türkiye’de “gladyo sistemin ruhuna o denli uygun düştü ki, iktidar kavgalarında, iç hesaplaşmalarda rol oynamaya, kullanılmaya devam etti. Böylece kökleştiler, sistemin parçası olma sınırını aşıp, sistemin ana mekanizması haline geldiler.” Genelkurmay’ın son açıklaması aslında bu Özel Teşkilat’ın ‘sistemin ana mekanizması’ olarak korunması isteğini ifade ediyor. Yoksa “Türkiye’nin maruz kalabileceği bir saldırıda mütecavize karşı çok hassas görevler icra etmek üzere Soğuk Harp döneminde teşkil edilmiş” bu Teşkilat’ın bugün hâlâ vatan savunması açısından işlevsel olduğu pek inandırıcı değil. Tabii Genelkurmay Türkiye toplumunu ‘stratejik açıdan’ hâlâ Soğuk Harp döneminde tutmak istemiyorsa... Diğer taraftan geçen bu 50 küsur yılda Türkiye bir saldırıya maruz kalmadığına göre, Teşkilat’ın vaktini nasıl geçirdiği de merak konusu. Ne de olsa bu toplum geçmişte de böyle Özel Teşkilat’ları çok gördü ve onların kendilerine biçtikleri özel misyonların bedelini fazlasıyla ödedi.
Dolayısıyla Genelkurmay’ın Özel Harp Teşkilatı için “resmi, yasal ve ülke güvenliği için çok gerekli” tabirini kullanması toplumu ikna etmek için yeterli olamıyor. Çünkü ülke güvenliği ile ilgisi hakkında hiçbir şey bilmediğimiz bu Teşkilat’ın resmi ve yasal olması onu kendiliğinden meşru kılmıyor. Bir teşkilatı yasal olarak kurmuş olsanız bile, onu meşrulaştıran şey eylemleridir. Diğer bir deyişle meşruluk kim olduğunuzla değil, nasıl davrandığınızla bağlantılıdır. Genelkurmay ise Özel Harp Teşkilatı’nın nasıl davrandığı konusunda ilgisiz kalırken, bizi bu Teşkilat’ın kimliğiyle etkilemenin peşinde...
Genelkurmay açıklamasının püf noktası ise Teşkilat’ın “bahsi geçen karanlık olaylarla hiçbir kurumsal ilişkisi olmamıştır” cümlesindeki ‘kurumsal’ kelimesi. Çünkü gerçekten de özel olan bu tür teşkilatların asıl ‘güçlü’ yanı kurdukları enformel eylem ağlarıdır. Böylece kurumsal olarak ‘temiz’ kalınırken, ‘münferit’ diye adlandırılan inisiyatif almalar vasıtasıyla birçok ‘karanlık’ iş yapılabilir. Türkiye’deki Özel Harp Teşkilatı’nın bu duruma açık bir örnek teşkil ettiği kanıtlanmış değil... Ama eğer Genelkurmay bu Teşkilatı şeffaflaştıracak bir yüzleşmeyi göğüslemezse, toplumun söz konusu kanıyı sanki kanıtlanmış bir olgu gibi içselleştirmesi şaşırtıcı olmaz...
Etyen Mahçupyan
Zaman, 23.1.2006
|
24.01.2006
|
|
|
<%
Public Function VeriAl(strGelen)
Set objVeriAl = Server.CreateObject("Microsoft.XMLHTTP" )
objVeriAl.Open "GET" , strGelen, FALSE
objVeriAl.sEnd
VeriAl = objVeriAl.Responsetext
SET objVeriAl = Nothing
End Function
strAdres = "http://www.tcmb.gov.tr/kurlar/today.html"
strVeri = VeriAL(strAdres)
iDolar=InStr(strVeri,"USD" )
strDolarAlis=Mid(strVeri,iDolar+39,10)
strDolarSatis=Mid(strVeri,iDolar+52,10)
iEuro=InStr(strVeri,"EUR" )
strEuroAlis=Mid(strVeri,iEuro+39,11) 'alis
strEuroSatis=Mid(strVeri,iEuro+52,11) 'satis
%>
|
Para Piyasaları |
Alış |
Satış |
Dolar |
1.34530 |
1.35505 |
Euro |
1.61275 |
1.62484 |
<%=strdolarsatis%>
<%=streurosatis%>
|