Daha önceki yazılarımızda feminizm ile materyalizm arasındaki fikri bağlardan kısaca bahsetmiştik.
Mevzuya girişmeden önce, usûl veya makale tekniği ile ilgili bir hususu siz kıymetli okuyucularımızla paylaşmak istiyorum. Bazı okuyucularımız; bu köşedeki bazı bilgilerin yeni, orijinal ve iddialı olduklarını ifade ile bizden iktibas veya kaynak istiyorlar. Şu kusurumuzu peşinen arz edelim. İlim adamlarımızın tabi oldukları “akademik terbiyeden” maalesef mahrum olduğumdan; kaynak araştırması, iktibası ve yazıya yerleştirilmesi (şu teknolojiye de ecnebi olduğum gibi) çokça zamanıma mal oluyor. Hadiselerin sür’ati, Risale-i Nur perspektifinden verilmesi gereken cevapların çokluğu, tembelliğim ve yardımcısızlığımızdan kaynakçaya fazla giremiyoruz. Fakat şu hususu da imkânı olan okuyucularımıza hatırlatalım. Burada bahis mevzusu olup da kaynaklarda yer almayan hemen hemen hiçbir mesele yoktur. İnternet dünyasındaki “arama motorlarına“ vereceğiniz anahtar kelimelerle, merak ettiğiniz meseleye ulaşabiliyorsunuz. Yazılarda akademik irtibat veya iktibas arayanlar, internet ortamındaki arama motorlarından ulaşamadıkları sorulara, bize müracaat ederlerse yardımcı olmaya çalışırız, inşaallah. Yukarda arz ettiğim üzere zamanımızın yetersizliğinin yanı sıra, bazen de “batılı tasvirden” kaçındığımızdan, batılın tasvir ve propagandası hükmündeki kaynakları bilinçli olarak vermekten kaçınıyoruz. Bu da meseleyi daha açık ve geniş boyutlarıyla ele almamızı engelleyebiliyor.
Bediüzzaman ahir zamandaki “inkâr-ı ulûhiyet ile tahrip hareketinin” çoğunun Yahudi olacağını hadis-i şeriflerden çıkartarak bize haber veriyor. Materyalist Felsefeyi düşünce yolu ile insana ve topluma tebliğ etmeyi vazife edinmiş Frankfurt Düşünce Mektebinin düşünürlerinin hemen hepsinin Yahudi olmalarının tesadüfi olmadığını, bir kez daha müşahede ediyoruz. Avrupa’nın elit tabakasının zeki çocukları zamanlarının en ileri tahsillerini alınca, hakikaten bir araya gelerek “zamanın felsefi dehasını” oluşturdular. Bediüzzaman’ın “Şimal Cereyanıyla” kastettikleri mananın da bu olduğuna inanıyoruz. Büyük ihtilâlden sonra hem Fransa’da, hem Avrupa’nın diğer ülkelerinde ve bilhassa İngiltere’de aynı şekilde bu manzarayı müşahede ediyoruz. Tıp ve psikoloji sahasında çalışan Sigmund Freud’un o zamanın imkânlarıyla tam yedi defa “Dünya Psikanaliz Kongresini” toplamayı başarması, zekâvet ile birlikte maddi zenginliği de gerektirecek bir husustur.
İkinci Avrupa’yı veya Semavî dinlere düşmanlığı temsil eden felsefecilerin bazen aralarındaki bağları gizlemeleri, çoğu kez menfi propagandalardan etkileşimin tesirini azaltmaya yönelik olsa gerek. Meselâ, Freud, Jung, Vera Schmidt ve Viyana Okulunu dikkatlice inceleyenler, bu ekolün Marksizm ile irtibatını kolayca bulamazlar. Yani Freude bağlı Viyana Okulu, bu ilgiyi gizlemeye çalışır. Fakat Frankfurt Ekolünü Amerika’ya taşıyan Herbert Marcuse’yi incelediğinizde; Karl Marks ile başlayan felsefi çizginin Viyana okulu başta olmak üzere diğer ekollerle aynı potada nasıl yoğrulduklarının adeta manzaralarını görebiliyorsunuz. Semavî din ve ahlâk karşısında cinselliği, tek başına kadını ve hedonizmi ilâhlaştıranların, Amerika’da Marcuse ile ulaştıkları noktaları New York’tan seyredebiliyorsunuz.
Batıl çekirdeğin tutunduğu toprak, ona hak olarak tanınma imkânı vermemeli. Avrupa’nın Endülüs ve Sicilya Kur’ân medeniyetlerinden aldığı ışık yollarını bir nebze aydınlatmış olsa da, İslâmiyet hakikatini bulamadıklarından, hep “deneme-yanılma” ile yuvarlanarak geldiler. Şeriatsız, kuralsız ve ölçüsüz bir medeniyetin büyük problemlerinden duçar olduğu felâketler, felsefecilerin kafa fenerlerinden küçük küçük lambalar oluşturmuş olsa da, yine de İkinci Dünya Savaşı felâketine kadar karanlıklar içinde kan-revan ile geldiler. İşin en hazin tarafı, bu felâketin ateşine Asya’yı, Afrika’yı ve kısmen Latin Amerika’yı da yaktılar. Avrupa’nın böyle müşevveş ve kaotik manzarasına en büyük sebebin “şeriatsızlık” olduğunu gelecek itirazlara rağmen söyleyelim. İslâm’ın özündeki yüksek insaniyet, barış, insanî değerlerin fertlerde tam makes bulması ve sosyal hayatın en güzel ve idealinin İslâm Şeriatında yer alması, İslâm toplumlarında teknolojik üstünlüğüyle tahakküme geçen Avrupa’ya rağmen Asya ve Afrika’daki iç barışı önemli derecede korumuştur. Materyalistler için hayat ortamı olan sınıf çatışmaları, sosyal kaoslar, ırkçılıklar, iç savaşlar, işçi hareketleri ve sendikalaşmalar, şehirli- köylü çatışmaları, fuhuşu mubah gören gençlik hareketleri, feminizm gibi kadın hareketleri veya laiklik gibi çatışmaya vesile unsurların Müslüman halklarda olmamasının yegâne sebebinin “İslâmiyet” olduğunu elbette kabul edecekler. Belki de, bu çatışmaları kendilerince modernite ve aydınlık kabul edenler, barış, sekinet ve düzeni de gericilik telâkki edeceklerdir.
Müslüman halklarda LGBT hareketi ile “feminizmin” taban bulmamasına canı çok sıkılan bazı yerli Marksistlerle Avrupalı solcu aydınlar, içinde bulundukları cehalet çukurunun farkına varabilseler, mutlaka bu hakikatin esas sebebini bulacaklardı. Feminizmin bazı gençlik hareketlerinin yanlış hürriyet telâkkilerinden veya bazı sefih çevrelerin bu “yanlış hürriyet anlayışını” fırsata çevirme hilelerinden ve bilhassa demokrasi düşmanı sermayenin bu gayr-ı insanî sapmaları bir hakk olarak dünya gençliğine medyalarında propaganda etmelerinden epeyce beslendiğini neticelerinden anlıyoruz. Fakat bu toplumsal sosyal hareketlerin ihtiyaca binaen boşluklardan yararlanarak dünyayı sardığını zannederseniz, mutlaka yanılırsınız. Büyük Fransız ihtilâlinden sonra “materyalist Felsefe”nin bir kısım Hıristiyan karşıtı sermayedarların yardımlarıyla şekillenip organize olduğunu kabul etmek zorundayız. Karl Marks ve en büyük yardımcısı Engels ile başlattıkları plânlı, organizeli ve teşkilâtlı yapılanmaları zamanımıza kadar takip etmediğimiz takdirde, insanlığın mukaddesatını, değerlerini, tarihini ve inançlarını tahrip eden bu hareketlerin mahiyetlerini çıkaramazsınız. Birçok yazımızda yeri geldikçe bahsettiğimiz ”yaratılışa başkaldıran felsefi okullar”, onları organize eden yapılar, büyük sermayenin şirketleri ve bankalar, genellikle Marksizm veya komünizmle olan çok kuvvetli fikri irtibatlarını olabildiğince örtülü götürmeye çalışırlar. Yakın tarihimizde işledikleri cinayetler, mukaddesatları ve devletleri tahrip ederlerken kazandıkları düşmanlıklar ve yeni stratejilerinin efkâr-ı ammede anlaşılmaması istikametinde, mümkün olduğu kadar bilhassa Marksizm kimliklerini iç ceplerinde saklıyorlar. Biz bu vesile ile Birinci Dünya Savaşı’nı müteakiben ortaya çıkmış bir gurup Marksist felsefecinin feminizme nasıl annelik yaptığını, inşaallah önümüzdeki yazılarda dünya kamuoyuna sergileyeceğiz.