ey insan! Bilir misin nereye gidiyorsun ve nereye sevk
olunuyorsun? otuz İkinci sözün ahirinde denildiği gibi,
dünyanın bin sene mes’udâne hayatı, bir saat hayatına
mukabil gelmeyen cennet hayatının; ve o cennet hayatı-
nın dahi bin senesi, bir saat rü’yet-i cemaline mukabil gel-
meyen bir Cemîl-i zülcelâl’in daire-i rahmetine ve merte-
be-i huzuruna gidiyorsun. Müptelâ ve meftun ve müştak
olduğunuz mecazî mahbuplarda ve bütün mevcudat-ı dün-
yeviyedeki hüsün ve cemal, onun cilve-i cemalinin ve
hüsnüesmasının bir nevi gölgesi; ve bütün cennet, bütün
letaifiyle, bir cilve-i rahmeti; ve bütün iştiyaklar ve mu-
habbetler ve incizaplar ve cazibeler, bir lem’a-i muhabbe-
ti olan bir Ma’bud-i lemyezel’in, bir Mahbub-i lâyezal’in
daire-i huzuruna gidiyorsunuz. Ve ziyafetgâh-ı ebedîsi
olan cennete çağrılıyorsunuz. öyle ise, kabir kapısına ağ-
layarak değil, gülerek giriniz.
Hem şu kelime şöyle müjde veriyor, diyor ki:
ey insan! Fenâya, ademe, hiçliğe, zulümata, nisyana,
çürümeye, dağılmaya ve kesrette boğulmaya gittiğinizi te-
vehhüm edip düşünmeyiniz. siz fenâya değil, bekaya gi-
diyorsunuz; ademe değil, vücud-i daimîye sevk olunuyor-
sunuz; zulümata değil, âlem-i nura giriyorsunuz. sahip ve
Malik-i Hakikî’nin tarafına gidiyorsunuz ve sultan-ı eze-
lînin payitahtına dönüyorsunuz. kesrette boğulmaya de-
ğil, vahdet dairesinde teneffüs edeceksiniz. Firaka değil,
visale müteveccihsiniz.
* * *
Mektubat | 385 |
Y
irminci
m
ekTup
mecazî:
gerçek olmayan.
meftun:
gönül vermiş, tutkun.
mertebe-i huzur:
huzur seviyesi,
derecesi.
mes’udâne:
mutluca.
mevcudat-ı dünyeviye:
dünya-
daki varlıklar.
mukabil:
karşılık.
müjde:
sevindirici haber, iyi ha-
ber.
müptelâ:
tutulmuş, tutkun, ba-
ğımlı.
müştak:
iştiyaklı, arzulu, fazla is-
tekli.
müteveccih:
bir tarafa dönen, yö-
nelen, yönelmiş.
nevi:
tür, çeşit.
nisyan:
unutulma; unutma, akla
gelmeme.
payitaht:
hükümet merkezi, baş-
şehir.
rü’yet-i cemal:
Cenab-ı Hakkın
cemalini, güzelliğini görme.
sevk:
gönderme, yollama.
Sultan-ı ezelî:
kudret, kuvvet ve
hükümranlığının başlangıcı olma-
yan Allah.
teneffüs etme:
nefes alma, so-
luklanma.
tevehhüm etme:
kuruntuya ka-
pılma; gerçekte olmayan bir şeyi
var zannederek ümitsizliğe ve kor-
kuya düşme.
vahdet:
birlik.
visal:
kavuşma, ulaşma.
vücud-i daimî:
sürekli, ebedî vü-
cut.
ziyafetgâh-ı ebedî:
sonsuz ve ebe-
dî ziyafet yeri.
zulümat:
karanlıklar.
adem:
yokluk.
ahir:
son.
âlem-i nur:
nur âlemi, aydın-
lık âlemi.
beka:
sonsuzluk; ebedî haya-
ta kavuşma.
cazibe:
cezbedicilik, çekicilik,
çekim.
cemal:
yüz güzelliği, güzellik.
Cemîl-i Zülcelâl:
sonsuz bü-
yüklük, haşmet, izzet ve gü-
zellik sahibi Allah.
cilve-i cemal:
güzellik görün-
tüsü.
cilve-i rahmet:
Cenab-ı Hak-
kın merhamet, şefkat ve lüt-
funun görüntüsü, rahmet te-
cellileri.
daire-i huzur:
huzur dairesi.
daire-i rahmet:
merhamet,
acıma, şefkat dairesi.
fenâ:
yokluk, yok olma, son
bulma.
firak:
ayrılık, ayrılma.
hüsnüesma:
isimlerin güzelli-
ği.
hüsün:
güzellik.
incizap:
cezbedilme, çekilme,
kapılma.
iştiyak:
aşırı isteme, çok fazla
arzu etme.
kabir:
mezar.
kesret:
çokluk.
lem’a-i muhabbet:
muhabbet
parıltısı, sevgi parıltısı.
letaif:
güzellik, hoşluk.
Ma’bud-i Lemyezel:
hiçbir za-
man yok olmayan, bâkî ve
ibadete lâyık olan Allah.
Mahbub-i Lâyezal:
hiç bir za-
man yok olmayan sevgili olan
Allah.
mahbup:
sevilmiş, sevilen.
Malik-i Hakikî:
her şeyin ger-
çek sahibi olan Allah.