kulûb-i münevvere aktabı, bütün ukul-i nuraniye erbabı
şahadet ediyorlar ve bir mükâfat ve mücazat ihzar ettiği-
ni müttefikan haber veriyorlar ve mükerreren pek kuv-
vetli vaat ve pek şiddetli tehdit eder, naklederler.
Hulfülvaat ise, hem zillet, hem tezellüldür; hiçbir cihet-
le celâl ve kudsiyetine yanaşamaz. Hulfülvait ise, ya
aftan, ya aczden gelir. Hâlbuki, küfür cinayet-i mutlaka-
dır,
(HaşİYe)
affa kabil değil. kadîr-i Mutlak ise, aczden mü-
nezzeh ve mukaddestir.
Şahitler, muhbirler ise, mesleklerinde, meşreplerinde,
mezheplerinde muhtelif oldukları hâlde, kemal-i ittifak ile
şu meselenin esasında müttehittirler. kesretçe tevatür de-
recesindedirler; keyfiyetçe icma kuvvetindedirler; mevki-
ce her biri nev-i beşerin bir yıldızı, bir taifenin gözü, bir
milletin azizidirler; ehemmiyetçe şu meselede hem ehl-i
ihtisas, hem ehl-i ispattırlar. Hâlbuki, bir fende veya bir
sanatta iki ehl-i ihtisas, binler başkalardan müreccahtırlar
ve ihbarda iki müsbit, binler nafîlere tercih edilir.
AsA-yı MûsA
a
ltıncı
H
üccet
-
i
i
ManiYe
| 307 |
10. sÖZ / dokuZunCu HakikaT
inkâr:
reddetme.
ıskat:
düşürme.
istidad-ı insaniye:
insanın yaratılı-
şında var olan kabiliyet.
ittiham:
suç altında bulunma.
kabil:
olabilir, mümkün.
kabiliyet:
beceriklilik, yetenek.
kabul:
razı olma.
Kadîr-i Mutlak:
hiç bir kayıt ve
şarta tâbi olmaksızın her şeye gü-
cü yeten sonsuz kudret sahibi, Al-
lah.
kemal-i ittifak:
birleşme mükem-
melliği.
kesret:
çokluk.
keyfiyet:
durum, özellik, husus.
kıymet:
değer.
küfür:
hak dini reddeden; imansız-
lık, dinsizlik.
liyakat:
ehliyet, hak ediş.
mahlûkat:
yaratılmışlar.
mahşer:
toplanılacak yer.
mahzen:
içinde eşya saklanacak
yer.
mana:
anlam.
meslek:
takip edilen, gidilen yol.
meşrep:
tutum, meslek.
mevcudat:
var olan her şey.
mezhep:
dinde tutulan yol.
mezraa:
tarla.
muhafaza:
koruma.
muhakkak:
gerçek.
muhbir:
haber veren, haberci.
muhtelif:
çeşitli, çeşit çeşit, farklı.
mukaddes:
ayıp ve noksanlardan
kurtulmuş.
münezzeh:
muhtaç olmayan.
münkir:
inkâr eden.
müreccah:
uygun bulunan.
müsbit:
ispat eden.
müttehit:
birleşik.
nafî:
nefyeden, reddeden, inkâr
edici.
nefis:
hayat, ruh, can.
nev-i beşer:
insanoğlu.
salâh:
iyileşme, iyilik.
sübut:
gerçekleşme.
şahadet:
şahit olma.
tahkir:
hor görme, küçük görme.
tecavüz:
haddini aşma.
tekzip:
yalanlama.
tercih:
seçme.
tevatür:
bir haberin ağızdan ağza
dolaşarak yayılması.
tezyif:
küçük düşürme.
umum:
herkes, genel.
vahdaniyet:
Allah’ın birliği ve var-
lığı.
zahir:
açık, belli.
zulm-i azîm:
büyük zulüm.
zulüm:
acz:
güçsüzlük.
adem-i af:
affın olmayışı.
af:
bağışlama.
âyine:
ayna.
aziz:
muhterem, saygın.
beyder:
ekin harmanı.
cilve-i esma:
Allah’ın isimleri-
nin varlıklardaki eseri.
cinayet-i mutlaka:
kesin, şüp-
hesiz cinayet.
derece:
mertebe, kademe,
aşama.
ehl-i ihtisas:
uzman olanlar.
ehl-i ispat:
doğruyu ortaya çı-
karanlar.
elhâsıl:
kısacası.
esma-i İlâhiye:
Allah’ın isimle-
ri.
haber:
nakledilen söz.
hakikat:
gerçek.
harman:
tahıl tanelerinin sa-
mandan ayrılması için yapılan
işlem.
haşiye:
dipnot, açıklayıcı alt
yazı.
hayır:
iyilik.
hayrî:
hayra ait.
hilâl:
ay.
hukuk:
haklar.
icma:
fikir birliği.
ifsat etmek:
bozmak.
ihbar:
haber verme.
iktiza etmek:
gerekmek.
HaşİYe:
evet, küfür mevcudatın kıymetini ıskat ve manasızlıkla ittiham
ettiğinden, bütün kâinata karşı bir tahkir ve mevcudat âyinelerinde cil-
ve-i esmayı inkâr olduğundan, bütün esma-i İlâhiyeye karşı bir tezyif;
ve mevcudatın vahdaniyete olan şahadetlerini reddettiğinden, bütün
mahlûkata karşı bir tekzip olduğundan, istidad-ı insanîyi öyle ifsat eder
ki, salâh ve hayrı kabule liyakati kalmaz. Hem, bir zulm-i azîmdir ki,
umum mahlûkatın ve bütün esma-i İlâhiyenin hukukuna bir tecavüzdür.
İşte, şu hukukun muhafazası ve nefs-i kâfirin hayra kabiliyetsizliği, küf-
rün adem-i affını iktiza eder.
(1)
l
º«
p
¶ n
Y l
º r
? o
¶n
d n
? r
ô°u
ûdG s
¿ p
G
şu manayı ifade eder.
1.
Muhakkak ki şirk pek büyük bir zulümdür. (Lokman Suresi: 13.)