gözünle görüyorsun. Hatta, eğer hayalen bin sene evvel
kendini farz etsen, sonra zamanın iki cenahı olan mazi
ile müstakbeli birbirine karşılaştırsan, asırlar, günler ade-
dince misal-i haşir ve kıyametin numunelerini görecek-
sin. sonra, bu kadar numune ve misalleri müşahede et-
tiğin hâlde, haşr-i cismanîyi akıldan uzak görüp istib’at
etmekle inkâr etsen, ne kadar divanelik olduğunu sen de
anlarsın. Bak; ferman-ı azam, bahsettiğimiz hakikate da-
ir ne diyor?
BÉn
¡p
J r
ƒ n
e n
ór
©n
H ¢n
Vr
Qn
’r
G »p
«r
ë o
j n
?r
«n
c $G p
ân
ªr
Mn
Q p
QÉn
Kn
G = '
‹p
G r
ô o
¶r
fÉn
a
(1)
l
ôj/
ón
b m
Ar
Àn
T u
? o
c '
¤n
Y n
ƒ o
gn
h ?'
Jr
ƒn
ªr
dG »p
«r
ë o
ªn
d n
?p
d'
P s
¿p
G
Elhâsıl:
Haşre mâni hiçbir şey yoktur; muktazi ise, her
şeydir. evet, mahşer-i acayip olan şu koca arzı adî bir
hayvan gibi imate ve ihya eden ve beşer ve hayvana hoş
bir beşik, güzel bir gemi yapan ve güneşi onlara şu mi-
safirhanede ışık verici ve ısındırıcı bir lâmba eden, seyya-
ratı meleklerine tayyare yapan bir zatın, bu derece muh-
teşem ve sermedî rububiyeti ve bu derece muazzam ve
muhit hâkimiyeti, elbette yalnız böyle geçici, devamsız,
bîkarar, ehemmiyetsiz, mütegayyir, bekasız, nakıs, te-
kemmülsüz umur-i dünya üzerinde kurulmaz ve durmaz.
demek, ona şayeste, daimî, berkarar, zevalsiz, muhte-
şem bir diyar-ı aher var, başka bâkî bir memleketi vardır.
Bizi onun için çalıştırır. oraya davet eder ve oraya nak-
ledeceğine, zahirden hakikate geçen ve kurb-i huzuruna
müşerref olan bütün ervah-ı neyyire ashabı, bütün
adî:
sıradan, basit.
af:
bağışlama.
aktap:
kutuplar, Allah dostları.
arz:
yer, dünya.
bâkî:
sürekli ve kalıcı olan.
beka:
sonu olmama.
berkarar:
kararlı.
beşer:
insan, âdemoğlu.
bîkarar:
kararsız.
celâl-i kudsiyet:
her türlü kusur
ve noksandan uzak oluşun yüceli-
ği, kudsiyetin yüceliği.
cihet:
yönde.
daimî:
sürekli, devamlı.
davet:
çağırma, çağrı.
divane:
deli.
diyar-ı aher:
diğer memleket.
ehemmiyet:
önem, değerlilik.
elhâsıl:
netice itibarıyla.
erbap:
sahipler.
ervah-ı neyyire:
nur saçan ruhlar.
eser:
nişan, iz, alâmet.
ferman-ı azam:
en büyük buyruk.
haber:
her hangi bir konuda alı-
nan bilgi.
hakikat:
gerçek, doğru.
hâkimiyet:
hâkim olma hâli.
haşir:
toplanma.
hulfülvaat:
sözünden dönme.
hulfülvait:
vaat edilmiş azabı yap-
mama, cezayı yerine getirmeme.
ihya:
canlandırma.
ihzar:
hazırlama.
imate:
öldürme.
inkâr:
reddetme.
kadir:
her şeye kudreti yeten, Al-
lah.
kulûb-i münevvere:
aydın kalple-
re sahip olanlar.
kurb-i huzur:
huzura yakın olma.
mahşer-i acayip:
hayrete düşürü-
cü mahşer.
mâni:
engel.
muazzam:
çok büyük.
muhit:
ihata eden, kapsamlı.
muhteşem:
ihtişamlı, büyük.
muktazi:
gerektiren, icap ettiren.
mücazat:
mutlak ceza.
mükâfat:
ödül.
mükerreren:
tekrar be tekrar.
müşerref:
şereflendirilmiş.
mütegayyir:
değişen, başka-
laşan.
müttefikan:
ittifak ederek,
birleşerek.
nakıs:
noksan, eksik.
rahmet:
acıma.
rububiyet:
rablık, ilâhlık; her
şeyi terbiye eden, kuşatıcı ira-
desiyle yöneten Allah’ın rablık
faaliyeti.
sermedî:
sürekli, daimî, ölüm-
süz.
seyyarat:
gezegenler.
şahadet:
şahit olma.
şayeste:
uygun, lâyık, müna-
sip.
tayyare:
uçak.
tehdit:
gözdağı verme.
tekemmül:
olgunlaşma.
tezellül:
aşağılanma.
ukul-i nuraniye:
doğru olan
dinin ışığıyla aydınlanmış akıl-
lar.
umur-i dünya:
dünya işleri.
vaat:
söz verme.
zahir:
görünen, görünücü.
zeval:
sona erme, yok olma.
zillet:
aşağılık.
dokuZunCu HakikaT / 10. sÖZ
| 306 |
a
ltıncı
H
üccet
-
i
i
ManiYe
AsA-yı MûsA
1.
Şimdi bak Allah’ın rahmet eserlerine: Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor. Bunu
yapan, elbette ölüleri de öylece diriltecektir; O her şeye hakkıyla kadirdir. (Rum Suresi: 50.)