Asâ-yı Mûsa - page 186

hükmünde sayılan bir kısım sadık ilhamlar perdesinde ve
mahsus ve bir mahlûka bakan has bir vecihte, onun ka-
biliyetine göre, onun kalp telefonuyla, kavlen dahi kendi
huzurunu ve vücudunu ihsas etmesi, şefkat-i ulûhiyetin
ve rahmet-i rububiyetin zarurî ve vacip bir muktezasıdır
diye anladı.
sonra, ilhamın şahadetine baktı, gördü:
nasıl ki, güneşin faraza şuuru ve hayatı olsaydı ve o
hâlde, ziyasındaki yedi rengi yedi sıfatı olsaydı, o cihet-
te, ışığında bulunan şuaları ve cilveleri ile bir tarz konuş-
ması bulunacaktı. Ve bu vaziyette, misalinin ve aksinin
şeffaf şeylerde bulunması; ve her âyine ve her parlak
şeyler ve cam parçaları ve kabarcıklar ve katreler, hatta
şeffaf zerrelerle her birinin kabiliyetine göre konuşması;
ve onların hacatına cevap vermesi; ve bütün onlar güne-
şin vücuduna şahadet etmesi; ve hiçbir iş, bir işe mâni ol-
maması; ve bir konuşması, diğer konuşmaya müzahe-
met etmemesi bilmüşahede görüleceği gibi, aynen öyle
de, ezel ve ebedin zülcelâl sultanı ve bütün mevcudatın
zülcemal Hâlık-ı zîşan’ı olan Şems-i sermedî’nin mükâ-
lemesi dahi, onun ilmi ve kudreti gibi, küllî ve muhit ola-
rak her şeyin kabiliyetine göre tecelli etmesi; hiçbir sual
bir suale, bir iş bir işe, bir hitap bir hitaba mâni olmama-
sı ve karıştırmaması bilbedahe anlaşılıyor. Ve bütün o cil-
veler, o konuşmalar, o ilhamlar birer birer ve beraber bi-
littifak o Şems-i ezelî’nin huzuruna ve vücub-i vücuduna
ve vahdetine ve ehadiyetine delâlet ve şahadet ettikleri-
ni aynelyakine yakın bir ilmelyakin ile bildi.
akis:
yansıma.
âyine:
ayna.
aynelyakin:
gözle görür derecede
inanma; bir şeyi görerek ve seyre-
derek bilme.
bilbedahe:
açıktan, aşikâr olarak.
bilittifak:
ittifakla, beraberce, el-
birliğiyle.
bilmüşahede:
görerek, bizzat şa-
hit olarak.
cihet:
yön.
cilve:
tecelli, görüntü.
delâlet:
delil olma, gösterme.
ebed:
sonsuzluk, daimîlik.
ehadiyet:
Allah’ın her bir şeyde
birliğinin tecelli etmesi, görünme-
si.
ezel:
başlangıcı olmayan geçmiş
zaman, öncesizlik.
faraza:
sözün gelişi, söz gelişi.
hacat:
hâcetler, ihtiyaçlar.
Hâlık-ı Zîşan:
şan sahibi yaratıcı.
hitap:
söz söyleme, topluluğa ve-
ya birisine karşı konuşma.
ilham:
belli bilgi vasıtalarına baş-
vurmadan Allah tarafından insanın
kalbine veya zihnine indirilen ma-
na.
ilim:
bilme, bilgi.
ilmelyakin:
yakin ile bilme, bir şe-
yi ilim ve delil ile kesin olarak bil-
me, tanıma, kabul etme; aksi
mümkün olmayan açık, kesin ve
sağlam bilgi.
kabiliyet:
istidat, yetenek.
katre:
damla.
kudret:
güç, kuvvet, iktidar.
küllî:
umumî, genel.
mahsus:
bir şeye veya kişiye has
olan.
mâni:
meneden, engel olan.
mevcudat:
mevcutlar, var olan
her şey, mahluklar.
misal:
benzer, örnek.
muhit:
ihata eden, kuşatıcı.
mükâleme:
konuşma.
müzahamet:
zahmet, sıkıntı ver-
me.
rahmet-i rububiyet:
mahlûkatını
terbiye ve idare eden Cenab-ı Al-
lah’ın rahmeti.
sadık:
doğru, gerçek, hakikî olan.
sıfat:
vasıf, nitelik.
sual:
soru.
sultan:
mutlak iktidar sahibi
olan; Allah.
şahadet:
şahit olma, şahitlik,
tanıklık.
şeffaf:
saydam.
şefkat-i ulûhiyet:
ilâh olma-
nın gereği olan şefkat; ilâhlık
şefkati.
Şems-i Ezelî:
ezelî güneş; varlı-
ğının başlangıcı olmayan ve
her şeyi nurlandıran Cenab-ı
Hak.
Şems-i sermedî:
daimî, sürekli
olan güneş.
şua:
ışın, bir ışık kaynağından
uzanan ışık telleri.
şuur:
bir şeyin inceliklerini iyi-
ce idrak etme, anlayış.
tarz:
biçim, şekil, suret.
tecelli:
belirme, bilinme, gö-
rünme.
vacip:
zorunlu.
vahdet:
bir ve tek olma.
vaziyet:
durum.
vecih:
cihet, yön.
vücub-i vücut:
varlığı gerekli
olmak, olmaması imkansız ol-
mak, varlığı zarurî ve vacip ol-
mak.
zarurî:
mecburî, zorunlu, ister
istemez.
zerre:
maddenin en küçük
parçası, molekül, atom.
ziya:
ışık, aydınlık, nur, parlak-
lık.
Zülcelâl:
celâl sahibi, büyük-
lük, izzet, heybet ve azamet
sahibi Allah.
Zülcemal:
cemâl, lütuf, rah-
met ve güzellik sahibi Allah.
ayeTÜ’l-kÜBra / 7. Şua
| 186 |
B
iRinci
H
üccet
-
i
i
ManiYe
AsA-yı MûsA
1...,176,177,178,179,180,181,182,183,184,185 187,188,189,190,191,192,193,194,195,196,...570
Powered by FlippingBook