Jeolojiden biyolojiye kadar ilgili bilim dallarının tesbit ve teslim ettiği üzere içinde yaşadığımız mükemmel bir dünyamız var.
PROF. DR. İLYAS ÜZÜM
Astronomi biliminin dudak uçuklatıcı rakamlarla tasvir ettiği üzere, dünyamızın dahil olduğu bir güneş sistemi, güneş sisteminin de içinde olduğu yüz bin ışık yılı büyüklüğünde galaksimiz, galaksimiz gibi yüz milyardan fazla gök adasının bulunduğu muhteşem bir fizikî âlem var, kâinat var. Atom altı parçacıklardan, bünyesinde bir trilyon yıldız bulunduran dev galaksilere kadar âlem; kusursuz işleyişi, tarifsiz düzeni, büyüleyici güzelliği ve muhteşem ahengi ile Yaratıcının sadece varlığını değil aynı zamanda Onun birliğini, “mutlak”iyetini ilân ediyor. Başka bir ifadeyle Yaratıcı, mikro alemde olduğu kadar makro âlemde sergilediği sayısız fiiller ve tecelliler ile konuşuyor, kendi kudret ilim ve sair sıfatlarını varlıkların diliyle açıklıyor, beyan ediyor.
Bu koca âlemde bir de akıl ve duygu sahibi olarak var edilmiş, cirmi itibariyle küçük, kalp ve ruhuyla bütün âlemi ihata edebilecek donanımda olan “insan” var. Ve bu insanın; bütün varlığı, kendini, geçmişini ve akıbetini sorgulayan yönü ve ihtiyaçları var. Elbette insanı bu merak ve ihtiyaç içinde yaratan, ayrıca eserlerinden rahmet sahibi olduğu görülen Yaratıcının, insanın bu merak ve ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik “sözlü” bir konuşması olacak ve olmalıdır. Genelde “vahiy” dediğimiz bu hakikatin İslâm özelinde adı Kur’ân’dır. Bizi ve kâinatı yaratan Rabbimizin kelâmı olarak Kur’ân, her ne kadar muayyen bir tarihte (610-632), ilk muhatapları bakımından muayyen bir coğrafyada (Hicaz) nâzil olmuşsa da kıyamete kadar gelecek olan ve yer kürenin yer tarafında bulunan insanlara hitap etmekte, onların soru ve ihtiyaçlarını karşılayıcı mesajlar sunmaktadır.
Tefsir kaynaklarında belirtildiği, Risale-i Nur’da da dikkat çekildiği üzere Kur’ân’ın ana mesajları tevhid, nübüvvet, haşir ve adalet olmak üzere dört madde halinde sıralanmaktadır. Burada “hak sahibine hakkını vermek” demek olan “adalet”, Allah’a bakan yönüyle ibadetleri (namaz, oruç gibi), insanlar arası ilişkiler açısından hukuk ve ahlâk alanındaki prensipleri (başkalarının hukukuna saygı, doğruluk vs.) içine almaktadır. Kur’ân hem bütününde, hem her bir sûre ve ayetinde açıkça veya zımnen veya işaret yahut îma ile bu dört temel maksada vurgu yapmaktadır. Bu bakımdan Kur’ân inanç kitabı olduğu kadar ibadet kitabı, hukuk kitabı, ahlâk kitabıdır da.
Öte yandan tarih boyunca Kur’ân’ın bu mesajları müfessir, müceddit, mürşit gibi adlarla anılan “âli zevât” tarafından çeşitli ölçeklerde topluma aktarılmış, mü’minler kendi şartlarında Kur’ân’ın itikadî, amelî, ahlâkî prensiplerini hayatlarına taşımaya çalışmışlardır. Hadislerin işaretiyle sabit olduğu üzere, içinde yaşadığımız ahir zaman olup, bu zamanda Kur’ân’ın temel mesajlarını en parlak, en güçlü ve en etkili şekilde yansıtan, manevi bir tefsir olarak Risale-i Nur’u görüyoruz. Diğer tefsirler ve irşat kitapları da kendi kapasitelerine göre aynı alanda görev ifa etmeye çalışmakla beraber, Risale-i Nur’un her bakımdan farkı çok açık biçimde müşahede olunuyor. Kur’ân’ı mesajları, usûlü, üslûbu ve öteki özellikleriyle önümüze koyduğumuzda Risale-i Nur’un Kur’ân’a bir nev’î “ayna” olduğunu açıkça görüyor ve teslim ediyoruz.
Risale-i Nur bir taraftan Kur’ân’ın en temel mesajı olan tevhide ilişen inkarcı akım ve anlayışlara, bir taraftan da İslâmî ahkâma yönelik itiraz ve iptal faaliyetlerine karşı aklı ikna, kalbi tatmin eden açıklamalar ortaya koyuyor. Öte yandan küfür ve zındıkanın “şahs-ı manevi” oluşturarak gelmesine mukabil nuranî bir “şahs-ı manevi” teşekkül ettirerek mücadele ve mücahede ediyor. Aynı şekilde onun tercümanı olan Bediüzzaman saltanat, meşrûtiyet ve cumhuriyet dönemlerini idrak etmiş bir şahsiyet olarak Kur’ân’ın diyanet alanında olduğu kadar içtimaiyat alanındaki derslerini de aktarmış ve aktarmaya devam ediyor. Bu açıdan bakıldığında Kur’ân’a bir nevi “ayinedarlık” eden Risale-i Nur da itikadî alanda ders veren kitap olduğu kadar hukuk, ahlâk ve adalet alanında da ders veren kitap olarak gözleniyor. Nitekim bizzat müellifin de belirttiği üzere, ahir zamanın görevli şahsiyeti “Siyaset âleminde, diyanet aleminde, saltanat âleminde, cihad alemindeki çok dairelerde icraatları” bulunacağına göre (Şuâlar, Beşinci Şuâ, On Dokuzuncu Mesele), Risale-i Nur’un bir bütün halinde, bu konularda kalıcı mesajlar vermesi ana fonksiyonunun gereği olarak karşımıza çıkıyor. Dolayısıyla Risale-i Nur, meselâ tevhide veya haşre imanı en parlak şekilde işlediği kısımları itibariyle Kur’ân’a ayna olduğu gibi sosyal-siyasi ölçülere dikkat çektiği kısımları itibariyle de Kur’ân’a aynadır. O halde Risale-i Nur’a “bütüncül bakış” içinde muhatap olmak şarttır. Zira Risale-i Nur’un eczaları da birbirinden ayrılmaz, ayrılamaz; tıpkı ana referansı olan Kur’ân’ın bazı eczalara ayrılamayacağı gibi.
Buradan Yeni Asya’ya gelmek istiyorum. Yeni Asya, Bediüzzaman’ın “kâinata değişmem” dediği mümtaz talebesi Zübeyr Gündüzalp tarafından kurulan, bakıldığında Risale-i Nur’un ölçülerini esas aldığı görülen, bu ölçülerin güncele uyarlamasını Risale-i Nur Talebelerinin meşvereti ile belirleyen bir yayın organı. Yarım asrı aşkın zaman dilimi içinde ülkenin dinî, siyasî, sosyal ve kültürel hayatına çok özgün katkılar yapan bir Gazeteyi değerlendirmeye teşebbüs etmek, belirtmeliyim ki, benim haddimin tamamen fevkindedir. Ancak Risale-i Nur’u bütüncül bakışla değerlendirdiğimizde ortaya çıkan tablo ile; Yeni Asya’nın yayın çizgisi, duruşu ve yaklaşımlarını genel karakteri ile değerlendirmek; Risale-i Nur’u asılları ve usûlleri ile anlamaya çalışan, ayrıca Gazetenin de yayınlarından haberdar olan hemen herkesin yapabileceği bir değerlendirme. Bu çerçevede, Risale-i Nur’un ölçülerini, -anlayabildiğim kadarıyla-, göz önünde bulundurup Yeni Asya’nın yayın politikasını değerlendirdiğimde inkârı kabil olmayan bir “örtüşme” müşahede ediyorum.
Hepimiz biliyoruz ki İslâm evrensel bir dindir; Kur’ân-ı Hakîm “âlemlerin Rabbi” olan Allah’ın mesajı, Resul-i Ekrem de (asm) “âlemlere rahmet olarak gönderilen nebi”dir. Bundan dolayıdır ki İslâm bütün inanç esaslarını cihanşümul bir muhtevada sunuyor, sosyal hayata dair hükümleri de yine evrensel prensipler olarak vaz ediyor. Bu açıdan Risale-i Nur’a baktığımızda onun tam da İslâm’ı bütün esas ve prensipleriyle böyle bir çerçevede takdim ettiği görülmektedir. İslâm’ı “insaniyet-i kübrâ” yani en büyük insanlık olarak tanımlayan Risale-i Nur, onun ahkamını da “medeniyet-i fuzlâ” yani en faziletli medeniyet olarak tarif etmektedir. Bu çerçevede Risale-i Nur, Kur’ân’ın verdiği mesaj doğrultusunda Müslümanların imanlarını “enfüs ve afaktaki âyetlerle” (Fussilet 41/53) yani vicdan/fıtrat ile kâinattaki delillerin şahitliği ile temellendirdiği gibi çok kuvvetli “ittihâd-ı İslâm” vurgusu yapmaktadır. Aynı Risale-i Nur Ehl-i kitabı Kur’ân’ın emri doğrultusunda (Âl-i İmran 3/64) inanç ve anlayışlarını tashihe dâvet etmekte ve en nihayet, Kur’ân’ın ezelî-ebedî hakikatlerini insanlığa sunarak çok yoğun ve güçlü tevhid vurgusu yapmaktadır.
İşte Yeni Asya, -1975’lerden itibaren takip etmeye çalıştığım bir gazete olarak-, onun Risale-i Nur’un, Kur’ân’dan aldığı bu derslerine “bütünlük” içinde hizmet etmeye çalıştığını gördüğümü, bildiğimi samimiyet içinde ifade etmek gerekiyor. O kendi insan kaynakları ve diğer imkânları çerçevesinde iman ve Kur’ân hakikatlerini çeşitli ölçeklerde yazmaya, yaymaya, duyurmaya çalışmış ve hâlen bu görevi hem yayınladığı kitaplar hem de istisnasız her gün sayfalarında yer verdiği mümtaz yazılarla aktarmaya devam etmektedir. Aynı zamanda Yeni Asya, “uhuvvet-i İslâmiye” yani İslâm kardeşliğinin gereği olarak Doğu Türkistan’dan Filistin’e, Myanmar’dan Balkanlar’a kadar Müslümanlara sahip çıkmakta, uğranılan haksızlıkları dile getirmektedir. Keza Yeni Asya, Risale-i Nur ve Nur Talebeleri hakkında kimilerinin ulu-orta sözleri, ön yargıları yahut kasıtlı saldırıları karşısında da Risale-i Nur’un hukukunu savunmakta, Nur Talebelerine “nokta-i istinat” olmaktadır.
Sözü daha fazla uzatmaksızın bazılarınca tenkit konusu da yapılan birkaç hususa işaretle yetinmek istiyorum: Bunlardan ilki şu: Risale-i Nur, içtimaî-siyasî alanda, Kur’ân’da şûra ve meşvereti emreden, baskı ve tahakkümü reddeden ayetler ve bu mahiyetteki hadislerin ışığında “ahrârlık”ve “demokratlık” vurgusu yapmaktadır. Risale-i Nur’un müellifi meşrûtiyet ilân edildiğinde (yani 29 yıllık aradan sonra II. Meşrûtiyet: 23 Temmuz 1908), -bazı âlimlerin rağmına-, İslâm adına meşrûtiyeti savunmuş, Cumhuriyet döneminde kendisinin dindar bir cumhuriyetçi olduğunu dile getirmiş, çok partili hayata geçildiğinde vatan, millet ve din namına Demokrat Partiyi desteklediğini beyan etmiştir. Adı ne olursa olsun her çeşit istibdât ve baskıya karşı çıkmıştır. O halde Risale-i Nur’un siyasî hayata dair temel yaklaşımının “demokratlık” yani demokrasi olduğu gayet açıktır. Bu açıdan Yeni Asya’ya baktığımızda, onun tam da bu misyonu merkeze aldığını, sürekli demokrasinin altını çizdiğini, darbelere karşı çıktığını, her çeşit baskıyı reddettiğini, millet iradesini asıl kabul ettiğini görüyoruz. Sonuç olarak Risale-i Nur hizmetlerinde siyasetin yerinin olmadığını ileri sürerek Yeni Asya’yı eleştiren görüşlerin, -bana göre-, Risale-i Nur’un bütünlüğü ile alâkası olduğundan bahsetmek mümkün değildir.
İkinci husus da şu: Siyaset hayatın bir parçası olduğu, bunun prensipler bazında İslâm’da kökleri bulunduğu, dayatmacı siyasî yapıların toplumun gidişatını olumsuz etkilediği vs. sebeplerle, günümüzde özellikle dinî duyarlılığı olan kimseler “muhafazakâr” nitelikli siyasî partinin iktidara gelmesini savunuyor, iktidarda olunca da büyük destek veriyor. Oysa Risale-i Nur kolaycı ve pragmatik görünen böyle bir görüşe çok önemli dinî sebeplerle yeşil ışık yakmıyor. Daha açık ifade etmek gerekirse Risale-i Nur, “İttihâd-ı İslâm” tabiri ile andığı zihniyeti temsil eden bir partinin iktidara gelmesini “dört parti tasnifi” üzerinden tahlil ediyor. “Kalbe ihtar edilen içtimaî hayatımıza ait bir hakikat” başlıklı Lâhika’da, İslâm adına bir partinin yönetime gelmesinin ancak, “toplumun yüzde altmış-yetmişinin tam mütedeyyin olması” şartına bağlıyor. Ancak bu şekilde “dini siyasete alet etmemeye, belki siyaseti dine alet etmeye çalışabilir. Fakat çok zamandan beri terbiye-i İslâmiye zedelenmesiyle ve şimdiki siyasetin cinayetine karşı dini siyasete alet etmeye mecbur olacağından, şimdilik o parti başa geçmemek lâzımdır” diyor (Emirdağ Lâhikası, Mektup no: 318). Risale-i Nur’un bu apaçık mesajı karşısında Yeni Asya’nın duruşuna baktığımızda, onun tam da bu yaklaşımla örtüşen bir yayın politikası takip ettiğini görüyoruz. Burada hiçbir grup ya da şahıs ismi zikretmesizin, samimiyet içinde ifade etmek gerekir ki, yaşadığımız süreçte, hangi sâiklerle olursa olsun, şu anda yönetimde olan partiyi daha doğrusu ittifakın büyük partisini desteklemek, -bana göre-, üzülerek ifade etmek gerekir ki “savrulmak”tan başka bir şey değildir. Bu husus, işaret olunan partinin Ayasofya’yı ibadete açmak, kamusal alanda baş örtü serbestisini getirmek gibi olumlu icraatlarını görmezden gelmek anlamına gelmez.
Öte yandan Risale-i Nur’da, “hürriyetin imanın hassası” olarak tanımlandığı, istibdadın yani baskının her türlü zulmün kaynağı olduğuna işaret edildiği, müellifin bizzat, “Ben riyaset-i şahsiyenin aleyhindeyim” dediği gibi hususlar dikkate alınıp; Cumhurbaşkanlığı sistemi, bu sistemde parlamentonun zayıfladığı, basın özgürlüğünün kısıtlandığı, başta üniversiteler olmak üzere hemen her kurum ve kuruluşta hükümet otoritesinin güçlü şekilde hissedildiği göz önünde bulundurulduğunda; -tekrarlayalım-, Risale-i Nur’un mizanları açısından mevcut hükümete, mevcut ittifaka, mevcut ittifakın büyük partisine (elbette etnik milliyetçiliğe dayanan diğer ortağına da) yönelik “tasvipkâr bir tutum” ortaya çıkmaz, çıkamaz. Bu açıdan Yeni Asya’nın çizgi ve tutumuna bakıldığında, yine onun Risale-i Nur’un bu ölçüleri ile tam bir tetabuk içinde yayın faaliyetleri gerçekleştirdiği müşahede olunuyor.
Değinmek istediğim son bir husus şu: Risale-i Nur, Kur’ân’ın dört temel maksadından birisi olarak andığı “adalet” konusunu çeşitli vesilelerle sık sık gündeme getiriyor. İtikadi boyutu itibariyle Allah’ın “adl” sıfatını ism-i azamın altı nurundan bir nuru olarak temellendiriyor. Yine Kur’ân’ın mesajları çerçevesinde insanlar arası ilişkilerde adalet ile davranmanın, zulümden uzak durmanın önemine değiniyor, hukukî yargılamalarda Kur’ân’ın “Velâ teziru vâziretün vizra uhrâ: Hiçbir günahkâr/suçlu başkasının suçunu yüklenmez” âyeti (Fatır 35/18) ışığında suçun ferdiliğine dikkat çekiyor. Bu son nokta, Risale-i Nur’da o kadar önemli bir yerde duruyor ki, mesela sadece Emirdağ Lâhikası’nın son kısımlarında, -sayabildiğim kadarıyla-, 318, 322, 326, 327, 339, 354, 367, 368, 370, 371 numaralı mektuplarında (son mektupta iki kez olmak üzere) on bir kez tekrarlanıyor.
Şuraya gelmek istiyorum: Türkiye’de 15 Temmuz 2016 tarihli karanlık bir darbe girişimi oldu. Her darbe ve darbe girişimi gibi Nur Talebelerinin hiçbir şekilde onaylaması mümkün olmayan bir girişim. Bu girişimle ilgili olarak henüz aydınlatılmamış kapalı ya da gri noktalar bir tarafa, böyle bir girişimin içinde bulunan kimselerin hak ettiği cezaları almasına kimse karşı çıkamaz. Ancak adı geçen tarihten itibaren başlayan süreçte fiilen hiçbir suçu olmayan, darbe girişiminin hiçbir şekilde içinde bulunmayan on binlerce insan, “terör örgütü” yaftası altında hukukî takibatlara maruz kaldı. Bir kısmının mallarına el konuldu, bir kısmı özlük haklarını kaybetti, şu kadar insan ceza alarak hapishanelere gönderildi vs. Risale-i Nur’un, Kur’ân’a atfen vurguladığı “adalet” prensibi açısından bakıldığında, -mağdurların inanç, anlayış, grup olarak durumları ne olursa olsun-, bu tabloya itiraz etmek gerektiği gün gibi aşikâr. Çok sınırlı sayıdaki kesim dışında pek çok çevrenin bir şekilde gözünü kapadığı bu tablo karşısında Yeni Asya’nın tutum ve davranışına baktığımızda, onun tam da Risale-i Nur’dan aldığı adalet, hak, hukuk prensiplerine dayanan bir tavır sergilediğini görüyoruz. Bu, hiçbir zaman “malûm yapıyı” benimseme anlamına gelmediği gibi yine bu yapının Risale-i Nur’un mizanları açısından hatalarını görmezden gelme anlamına da gelmez. Kaldı ki Yeni Asya sadece işaret olunan mağduriyetlerle ilgili olarak değil, ülkemizde veya dünyanın başka yerlerinde görülen her türlü haksızlığa, hukuksuzluğa, adaletsizliğe karşı çıkarak Kur’ân’ın “adalet” prensibini yerine getirmektedir.
Esasında Yeni Asya’nın yayınladığı “Beiüzzaman Modeli” kitabının takdiminde yer alan şu cümleler, Yeni Asya’nın Risale-i Nur’la ilişkisini gösteren fevkalâde tesbitle olarak görülüyor: “Çalışmalarını iman temeli üzerinde milletin irşadında yoğunlaştıran; imanı akıl ve ilimle açıklayan; demokrasiye İslâm adına sahip çıkan; laikliğin dünya ölçeğinde bir prensip olarak benimsenmesinin din için silâhlı cihad devrini kapattığı içtihadında bulunan; buna mukabil yeni çağda cihadın manevî, fikrî ve ekonomik bir muhteva kazandığını belirten; devletle hiçbir şekilde çatışmaya girmeyen, ama onun adına yapılan dayatmalara teslim de olmayan; her hâl ve şart altında barış ve asayişin muhafazası çağrısında bulunup şiddeti kesinlikle reddeden; din adına siyaset yapılmasını ve iktidar kavgası verilmesini asla tasvip etmeyen Bediüzzaman Said Nursî’nin hizmet modeli, Türkiye’yi hem çok büyük badirelerden korudu, hem de ülkemize çok şey kazandırdı”.
İşte Risale-i Nur’un bir kısım temel mesajları ya da Bediüzzaman modeli, işte bu modelin medyadaki dili olarak Yeni Asya!
Sonuç olarak, Kur’ân, içinde yaşadığımız kâinat kitabının anlamlarını açıklayan ilahî bir kitap, Risale-i Nur Kur’ân’ın mesajlarını biz ahir zaman insanlarına yansıtan bir “sirâc” ya da ışık, Yeni Asya da bir medya kuruluşu olarak bu ışığın aydınlığında, istikrarlı şekilde yayın yapan bir gazete olarak görünüyor.