Genç, aileden ve okuldan faydadan çok psikolojik baskı görünce çareyi siyasî cemiyet ve oluşumlara sığınmakta buluyor.
Gençlik kollarına giriyor, bakıyor ki, kendisine gerçekten ilgi gösteriliyor. Bir süre gidip geliyor ama burada da kafasına uymayan bazı meseleler oluyor. Soruyor, tam bir cevap alamayınca susuyor. Çünkü gencin içindeki “istibdat sensörü” tekrar harekete geçiyor ve bir süre sonra oradan da ayrılıyor.
Bunca şeye rağmen hâlâ sapmayan genç bir de şansını dinî gruplara giderek deniyor. Bakıyor ki başta hoca, şeyh, mürşid vs. var. Bu genç başlıyor buradaki programlara katılmaya. Gide-gele orada da bazı hatalar görmeye başlıyor, -çünkü “şahıs” ön planda olan yerde hata olur- bununla alakalı da fikirlerini beyan edince, ona o gruptan atılacağı telkin ediliyor. Sensör başlıyor ötmeye, fikir beyan edince tepki gören genç küsüyor ve burada da istediğini tam bulamıyor.
Eğer şimdi bu çocuk, tabiri caizse “yoldan sapsa” kabahat kimde oluyor?
Peki bu genç Risale-i Nur’la tanışsa ne olur? Genç yine son çare Risale-i Nur ile tanışınca görür ki; bir grup insan, yazarı vefat etmiş bir kitap etrafında bir araya gelmiş, ilmî zeminlerde o kitaptan okuyup tartışıyorlar. Öğreniyor ki burada bir “başa” bağlılık yok, istişare ile işler yürütülüyor. Genç başlıyor Risale-i Nur adındaki kitabı okumaya. Bakıyor ki daha önce sorduğu ve bastırılarak cevapsız kalmış sorularının tamamına cevap var. Ve kitaptan çarpıcı cümleler okuyor. Kitabın yazarı, milyonları bulan kalabalık bir topluluğu etkilemiş ve yön vermiş biri olarak diyor ki: “Zaman, şahıs zamanı değil, şahs-ı manevî zamanıdır. Risale-i Nur’da şahıs yok, şahs-ı manevî var. Ben bir hiçim... Ben de Risale-i Nur’un talebesiyim... Ben sizlerin ders arkadaşınızım.” (T. Hayat, s. 715) Genç okudukça hayretler içerisinde kalıyor ve bu derya deniz eseri yazan kişiye iyice merakı uyanıyor. Çünkü onu ilk kez sorgulamaya teşvik eden, fikirlerinin bir önemi olduğu “açık görüşlü” bir kitapla karşı karşıya olduğunu görüyor. Okumaya devam ettikçe fark ediyor ki, daha önce onu rahatsız eden şeyin istibdat olduğunu öğreniyor. Ve hayretler içerisinde görüyor ki daha önceki yaşadıklarına dayanarak, istibdada müsait zannettiği İslam öyle değil, aksine gerçek hürriyetin ta kendisiymiş. Ve Said Nursî de aynı mevzudan şikâyetçi olmuş, hapse girmiş ama yılmayarak nefsin ve firavunların istibdadına karşı kitaplar neşretmiş.
Genç okurken kitapta kendini buluyor, anlaşılıyor, değerli hissediyor ve sorularına tatmin edici cevaplar alıyor. Peki madem bu meselenin hakikati böyle, Risale-i Nur bu asrın gençlerinin kitabı ise, akla yeni bir soru geliyor: “Neden buralarda da genç nüfusu az?” Bunun bir sebebi bazı gençlerin önyargı ile uzak durması ve Risale-i Nurları tanımıyor olmalarıdır. Gençler tanıdıkça Nurlara daha fazla sahip çıkacaklar inşaallah.