İktidara göre “Milletin adamı” olarak cumhurbaşkanlığına gelmiş olan Erdoğan, orada bu vasfını “devletin adamı” sıfatıyla birleştirmek suretiyle gerçekleştirecek. Bu iddia söylem olarak ve kâğıt üzerinde çok parlak bir demokrasi atılımı gibi görünebilir, ama reel gerçekler açısından bakıldığında karşılaşılan durum ne?
Başkanlık sistemi için AKP cenahında dillendirilen son argüman şu: Demokrasiyi vesayet altında tutmak için darbe anayasalarıyla kurulan sistemin en önemli araçlarından biri de milletin başbakanının devletin cumhurbaşkanı ile kontrol ve denetim altına alınması.
Bu görüşü savunanlara göre, cumhurbaşkanını halkın seçmesi yolunun açılması ile, bu son vesayeti de kaldırmanın ilk adımı atıldı; ardından başkanlık sistemine geçilmesiyle “reform” tamamlanacak.
Bunu da “milletin adamı” olarak cumhurbaşkanlığına gelmiş olan Erdoğan, orada bu vasfını “devletin adamı” sıfatıyla birleştirmek suretiyle gerçekleştirecek.
Bu iddia söylem olarak ve kâğıt üzerinde çok parlak bir demokrasi atılımı gibi görünebilir, ama reel gerçekler açısından bakıldığında karşılaşılan durum ne?
Sualin cevabı Erdoğan’ın başbakanlığının son demleriyle cumhurbaşkanı seçildikten sonra açığa vurduğu değişimde.
Resmî ideolojinin, başından beri kırmızı çizgi olarak ilân ettiği konularda devlet refleksleri paralelinde mesajlar veren;
İçselleştirilmiş bir devlet dili kullanan;
Hedefteki cemaate karşı yürütülen operasyonlarda hep MGK’ya atıf yapan ve Millî Güvenlik Siyaset Belgesini referans gösteren;
Terörle mücadelede artık çoktan aşılmış ve gerilerde kalmış olması gereken bir zihniyeti hortlatıp bugünlere taşıyan;
Teröre karşı verilen mücadelede “başarı”yı, “öldürülen terörist” sayısıyla ölçen;
Dokunulmazlıkların kaldırılıp HDP’lilerin Meclisten kovulması bahsinde MHP ve İP’le aynı frekanstan mesajlar veren;
Her fırsatta dünyaya meydan okuyup rest çeken çıkışlarla “Türk’ün Türk’ten başka dostu yok” iddiasını “reset”leyen;
Hiçbir devirde görülmemiş demokrasi ve hukuk ihlâllerine gaz verip arka çıkan bir “milletin adamı” ile karşı karşıyayız.
Bu, “statüko ile bütünleşme” sürecinin mi neticesi, yoksa yola çıkarken ağızdan kaçırılan “Devletle yüzde 95 anlaştık” ikrarının 15 yıl sonra gelen dışa vurumu mu?
Türkiye “tek adam” rejimine razı olur mu?
Saray kontrol ve güdümündeki AKP’nin kitabı duruma uydurma gayretinin ve dayatmasının en fazla yoğunlaştığı konu başkanlık.
Erdoğan’ın yeri geldikçe tekrarladığı “10 Ağustos 2014’teki cumhurbaşkanı seçimiyle Türkiye’de sistem fiilen değişmiş ve halkın seçtiği bir cumhurbaşkanı göreve gelmiştir, fiilî durum budur, anayasa da buna uygun hale getirilmelidir” iddia ve talebi ısrarla ve sürekli dile getiriliyor.
Başkan veya partili cumhurbaşkanı dayatması bu söylemlerle devam ettiriliyor.
Yanı sıra, başkanlığın adeta sihirli bir değnek gibi bütün kapıları açacağı, ekonomiyi şaha kaldıracağı, terörü bitireceği, siyasî istikrarı sağlam ve kalıcı hale getireceği, Türkiye’yi uçuracağı... gibi gayet “parlak” ve gösterişli sunumlar eşliğinde.
Ancak sergilenen tavırların da her gün daha fazla kuvvetlendirdiği “tek adam rejimi” endişelerini gidermeye yönelik herhangi bir ikna girişimine dahi ihtiyaç duymuyorlar. Bu derece kendilerinden “emin” görünüyorlar...
Yürütmenin, yasamanın, yargının, medyanın, üniversitenin, sivil toplum kuruluşlarının tek adama bağlandığı bir yapıda başkanlık veya partili cumhurbaşkanlığı sistemi diktatörlükten başka ne getirir?
Bu talep dillendirilirken gösterilen örneklerin şeflik dönemi uygulamaları olması başlı başına bir gösterge değil mi?
İktidar kadrosunun içinde iken Erdoğan’la arayı herşeye rağmen hoş tutma adına görmezden geldiği gidişatı, ancak harcandıktan sonra vurgulama noktasına geldiği görülen Bülent Arınç’ın ifadeleri son derece açık:
“Erdoğan yapısı itibariyle sözünü dinletebileceği, bütün karar mekanizmalarında tek başına müessir olabileceği, yapacağı çalışmaların önüne çok engelin çıkmayacağı bir başkanlık sistemi arzu ediyor.” (Hürriyet, 18.6.16)
Peki, devletin bütün yapı ve işleyişini tek bir şahsa bağlayacak böyle bir sistemi, 70 yıl önce çok partili sisteme geçmiş ve ihtilâller ile darbe ürünü düzeni ciddî arıza ve kusurlarına rağmen devam ettiren 2017 Türkiye’si böyle bir sisteme rıza gösterebilir mi?
Demokrasi ve çoğulculuğa alışmış bir Türkiye’yi, 1930’lu yılların tek adam-tek şef rejimine geri döndürme zorlamaları başarılı olabilir mi?
Meclİs, basın, yargı ve üniversite hür mü?
Merhum 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in her fırsatta tekrarladığı demokrasi kriterleri: “Hür seçim, hür parlamento, hür basın, hür yargı, hür üniversite, hür sendika, hür inanç, hür vicdan, hür zihin, hür meydan, hür sokak, hür sivil toplum.
Günümüz Türkiye’sinde bu kriterler açısından nasıl bir tablo ile karşı karşıyayız?
Seçimden başlarsak:
Şeklen hür gibi görünen, ama darbe ürünü bir sistemin kurallarıyla ve haksız rekabet şartlarında yapılan seçimlerin gerçek anlamda hür olduğunu ve bu sistemde seçmenin hür iradesinin sağlıklı bir şekilde tecellî ettiğini söyleyebilmemiz mümkün mü?
Peki, bu seçimlerle teşekkül eden parlamento hür mü?
Liderin tercihiyle aday listelerine konulup o sayede seçilebilen milletvekilleri hür iradelerini kullanabiliyorlar mı? İktidar, daha doğrusu lider vesayeti altındaki bir Meclis hür olabilir mi?
Basın hür mü?
Medyadaki yapılanmanın iktidara bağımlı kılındığı ve farklı görüşteki muhalif basın organlarının tartışmalı gerekçelerle tasfiye edildiği, değişik yöntemlerle kontrol altına alındığı, otosansüre zorlandığı bir yapıda hürriyet olur mu?
Yargı hür mü?
Yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığının siyasî müdahalelerle fiilen yok edildiği; hâkim teminatının ortadan kaldırıldığı; yüksek mahkeme üyeleri dahil, hâkim ve savcıların sorgusuz sualsiz gözaltına alınıp tutuklanabildiği; mahkemelerin kararlarını hukuka değil, siyasî mülâhazalara göre almaya zorlandıkları ve bunu açıkça itiraf ettikleri; etkili ve yetkili konumdakilerin söylem ve eylemleriyle yargı süreçlerini yönlendirdikleri bir tabloda hür yargıdan söz edilebilir mi?
Üniversite hür mü?
Akademisyenlerin giderek ağırlaşan bir baskı altında tutulduğu; dalgalar halinde gözaltına alınıp tutuklandığı ve meslekten ihraç edildiği; muhalif duruşa sahip olup bu eksende tavır koyanların hedef gösterilerek hain ilân edildiği; rektör atamalarının tek seçicinin tercih ve iradesine bağlandığı; bilim, san’at, fikir, ifade hürriyetlerinin ağır ihlâllere maruz bırakıldığı bir işleyişte hür üniversite söz konusu olabilir mi?
***
Seçim, parlamento, basın, yargı ve üniversitenin ağır baskılara maruz bırakıldığı bir ortamda diğer kesim ve kurumların da bu baskılardan etkilenmemesi elbette ki düşünülemez.
Meselâ sendika, dernek, vakıf ve sivil toplum kuruluşları hür mü? Sendikacılık zaten çok önceden beri “bitirilmiş” durumda. Dernek, vakıf, meslek kuruluşu gibi STK’ların çoğu da ya “gönüllü olarak” iktidara biat etmiş veya “ele geçirilip teslim alınarak” biat ettirilmiş vaziyette.
Toplumun tamamı “Ya yanımdasın, ya düşmanımsın” dayatmasına muhatap. 15 Temmuz sonrasında uzlaşma referansı olarak ortaya atılan “Yenikapı ruhu” bile iktidara tâbi olmak şeklinde yorumlanıyor.
Aynı şekilde millî irade kavramı iktidara oy verenlerle tanımlanırken, her seçim sonrasındaki balkon konuşmalarında verilen “Bize oy vermeyenlerin de hükümetiyiz” mesajı fiilen geçersiz kılınıyor.
Böyle bir ortamda zihin ve vicdanların hür olduğundan söz etmek mümkün mü?
Hele zihinlerin iktidar medyasında sürekli pompalanan tek taraflı algı ve beyin yıkama operasyonlarıyla şartlandırıldığı, buna bağlı olarak vicdanların da uyuşturulup dumura uğratıldığı bir ortamda...
Toplumun adeta hipnotize edildiği, muhalefetin de sindirme ve yıldırma operasyonlarıyla tasfiye edilip etkisizleştirildiği bir yapıda haliyle sokağın ve meydanların hürriyeti de ortadan kalkmış oluyor.
Toplantı ve gösteri yürüyüşü hak ve hürriyetinin ancak iktidarca organize edilenler ve izin verilenler için geçerli olduğu, ama diğerlerinin “kalkışma” olarak damgalanıp çoğu zaman sert müdahalelerle bastırılıp dağıtıldığı bir düzen.
Böyle bir yapıda bir defa daha gündeme getirilip ısrarla topluma dayatılan; check&balance, fren, denge mekanizmalarının söz konusu olmadığı bir başkanlık sistemi, tek adama dayalı baskı rejiminden başka bir sonuç doğurur mu?
Bu modelin, 90 sene önceki şeflik sistemine yapılan göndermeler ve onu referans alıp örnek göstermelerle savunulması dahi işin aslını anlatmıyor mu?
Türkiye, çoğulcu demokrasiden vazgeçip o sisteme dönmeye razı olabilir mi?