11 Mart 2014, Salı
Ukrayna’da halk ayaklanması sonucu yaşanan iktidar değişimi, Rusların aksine, kendisini Avrupalı ve ülkenin geleceğini de AB üyesi bir Ukrayna olarak gören toplumsal/siyasal grupların Kiev’de kontrolü ele alması anlamına gelmektedir.
Rusya karşıtlığı ve AB üyelik hedefinde birleşen bu grupların birbirleriyle olan ilişkilerinin sağlam bir siyasal ittifak şeklinde tecelli ettiği ise söylenemez. Nitekim 2015’te yapılacak devlet başkanlığı seçimlerine ilişkin olarak Timoşenko ile Klitschko’nun daha şimdiden “aday” olarak görülmesi, meydanlarda başlayan ittifakın siyasal işleyişe, işbirliği şeklinde değil, rekabet olarak yansıdığını göstermektedir. Maidan’da güvenlik güçlerine karşı sürdürülen direniş hareketinde aşırı milliyetçi grupların ne denli etkin bir rol oynadığı ve özellikle Oleg Tyahnybok’un bu gruplar nezdinde daha muteber bir lider profili çizdiği de dikkate alındığında, 2015 devlet başkanlığı seçimleri öncesinde ihtilali gerçekleştiren Batı yanlısı gruplar arasında ciddi bir rekabetin yaşanabileceği açıkça gözler önüne serilmektedir.
Üzerinde durulması gereken en önemli hususlardan biri de aşırı milliyetçi grupların ihtilali gerçekleştiren ittifak içindeki etkin rolüdür. Nitekim bu durum, farklı etnik grupları da içeren ve bu nedenle çoğulcu bir siyasal yapıya yaslanması gereken Batı yanlıları arasında bir çatışmanın yaşanmasına yol açabilir. Aşırı milliyetçi, hatta Nazi sempatizanı grupların etkinliği, AB’nin Ukrayna’ya bakışını da olumsuz etkileyecektir. Açıkçası, Kiev’de iktidarı ele geçirmiş olan aktörler arasında bugün görülen geçici ittifakın sürdürülebilir olup olmayacağı belirsizdir. Zira bu ittifak, kişisel hırslara ciddi anlamda entegre olmuş durumdadır. Ukrayna’yı ve muhalefeti çok iyi tanıyan Rusya, bu aktörler arasında yaşanabilecek bir anlaşmazlığı kullanarak ve onları birbirlerine karşı kışkırtarak Batı yanlısı ittifakı dağıtabilir.
AB, Soğuk Savaş sonrası dönemde, Romanya-Moldova-Ukrayna sınırını stratejik ve kendisine eklemlenmesi gereken bir bölge olarak belirlemişti. Bu bağlamda, Romanya’nın AB üyeliğinin ardından gözler Moldova ve özellikle Ukrayna’ya çevrilmiştir. Ancak her iki ülkede de AB’nin karşısına Rusya çıkmış durumdadır. AB, Turuncu Devrim döneminde Ukrayna’ya yeterli oranda yardımda bulunmayarak bu ülkede kontrolün Rusya yanlılarına geçmesine izin vermişti. Bu bağlamda, AB’nin benzer bir hata yapmamak için Ukrayna’daki gelişmeleri yakından izlediğini görüyoruz. Ancak Rusya’nın, Kırım’ı ve hatta orta vadede Kiev’in doğusunu Ukrayna’dan koparmaya yönelik bir adım atması durumunda, AB üyelerinin ne tür bir tavır takınacakları belirsizdir. Nitekim özellikle Almanya, Fransa ve İngiltere’nin Rusya’ya olan enerji bağımlılıkları, bu ülkeyle olan ticari ilişkileri ve özellikle Londra’nın Rus şirketleri tarafından sağlanan finansal desteğe ihtiyaç duyuyor oluşu, AB’nin Rusya’yı her anlamda karşısına alacak bir adım atmasının önüne geçeceğe benzemektedir. Bu çerçevede Rusya ile ortak bir noktada buluşulamaması halinde, AB’nin, Kırım’sız bir Rusya seçeneğine fazla ses çıkarmayacağı gibi bir algı oluşmuş durumdadır. Ne var ki, AB’nin doğu açılımı anlamında bölünmüş ve Kırım’ı kaybetmiş bir Ukrayna’nın olumlu bir yansıması olmayacağı ortadadır. Nitekim böyle bir durumun yansıyacağı ilk ülke Transdinyester Sorunu ile boğuşan Moldova olacaktır. AB’nin Kırım’daki oldu-bittiyi kabul etmesi, Transdinyester’in de Rusya eliyle Moldova’dan koparılması yönünde bir emsal olacaktır.
ABD ise Ukrayna’yı kendisinin önderliğini yaptığı Avro-Atlantik Dünyası’nın sistemsel hegemonyasının devamlılığı anlamında değerlendirmektedir. Bu çerçevede, gerçekleştirilen iktidar değişikliği ile Batı’ya eklemlenmek istediğini açıkça ortaya koyan Ukrayna’nın geleceği ve toprak bütünlüğü, ABD’nin sistemsel önderliği açısından simgesel bir önem kazanmış durumdadır. ABD’nin Ukrayna krizi özelinde en önemli dezavantajlarından biri, eski Sovyet coğrafyasına açılım noktasında birlikte hareket ettiği AB’nin lider ülkeleri Almanya ile İngiltere’nin Rusya’ya uygulanacak ekonomik, finansal ve diplomatik kısıtlamalar hususunda çekingen davranmalarıdır. ABD’nin Ukrayna krizinde bu denli etkisiz kalmasının nedenlerinden biri de Montrö Sözleşmesi’nin kısıtlayıcı maddeleri nedeniyle kendisinin ve NATO’nun caydırıcı ve dengeleyici bir güç olarak Karadeniz’de yer alamıyor oluşudur. ABD ve AB, aynı durumu 2008 yılında Gürcistan krizinde de yaşamıştı. Bu nedenle, Ukrayna’daki krizin ne yönde seyredeceğine bağlı olarak ve orta vadede, ABD’nin Montrö Sözleşmesi’nin kendisini ve bu denize kıyısı olmayan ülkeleri sınırlayan maddelerinin değiştirilmesi için harekete geçmesi olasıdır. Hatta bu durum Türkiye’nin inşa etmeyi planladığı “çılgın proje” Kanal İstanbul için de geçerlidir. Mevcut konjonktürde, ABD’nin, Rusya’nın Kırım’da sürdürdüğü işgali önleyebilecek ve Ukrayna’yı Rusya baskısından kurtarabilecek tek silahı, AB’nin de ikna edilmesine bağlı olarak, ekonomik, ticari, diplomatik kısıtlamalar ile farklı bölgelerde Rus çıkarlarına zarar verecek girişimlerde bulunmak olacaktır.
Avrasyacı dış politika anlayışına yaslanan bir imparatorluk stratejisinin ürünü olan ve “yakın çevre politikası” ile Rusya dışında yaşayan Rus kökenlilerin hakları aracılığıyla meşrulaştırılan Kırım işgali, kendi çıkarlarına ve arka bahçesine yönelik bir girişimde bulunulduğu takdirde Rusya’nın, ne pahasına olursa olsun müdahaleci bir tavır takınacağını göstermektedir. Rusya, benzer bir tutumu Gürcistan’da da göstermiş ve Abhazya ile Güney Osetya’yı bu ülkeden kopararak “sözde bağımsız” birer devlet olarak kendisine bağlamıştır. Rus ulusal kimliğinin oluşumunda çok büyük bir yeri olan, Rusya’yı güneyden çevreleyen, Rusya’ya bağımlı olması Karadeniz’deki dengeler açısından çok önemli olan ve Sivastopol’da konuşlanmış Rus üssünün varlığı gibi nedenlerle asla kaybedilmemesi gereken bir ülke olan Ukrayna, aynı zamanda Rusya’dan güneye ve batıya (AB’ye) giden doğalgaz boru hatlarının da geçtiği bir ülkedir. Bu bağlamda, Rusya, Doğu Ukrayna ve Kırım’daki Rus kökenlilerin haklarını ve geleceğini ön plana sürerek ve Kiev’de meydanlara dökülen aşırı milliyetçilerin varlığını/etkinliğini ve Rus/Rusya düşmanlığını da söylem bazında kullanarak Kırım’ı işgal etmektedir. Rusya, AB’nin ortak dış politika geliştirme hususundaki etkisizliğinden ve özellikle Almanya, Fransa, İngiltere gibi AB’nin lider ülkeleri ile olan ticari ve finansal ilişkilerinin vazgeçilmezliği düşüncesinden de yararlanarak, Kırım kozunu etkin bir şekilde kullanmaktadır. NATO ve ABD’nin, Montrö nedeniyle Karadeniz’e girememesi de Rusya’nın elini rahatlatan bir başka unsurdur. Rusya, Kırım özelinde işlettiği kimliğe dayalı olarak ortaya çıkan donmuş çatışma bölgelerini kullanma anlayışını, Kırım’daki başarısına paralel olarak Transdinyester (Moldova) ve Dağlık Karabağ (Azerbaycan)’da da kullanabilir.
Peki, Türkiye, Ukrayna denklemine nasıl yaklaşıyor, yaklaşmalı? Açık konuşmak gerekirse, Türkiye’nin mevcut konjonktürde Ukrayna ve Kırım özelinde kullanabileceği bir kozu bulunmuyor. Nitekim Türkiye, Rusya’ya enerji anlamında bağımlıdır. Ayrıca Kırım’da nüfusun çoğunluğunu Ruslar oluşturduğu ve Rusya da “sert güç” unsurlarını devreye soktuğu için Türkiye’nin etkinliği neredeyse tamamen sınırlanmış durumdadır. Türkiye, Ukrayna’nın toprak bütünlüğünden yana tutumunu sürdürürken, Kırım’daki Tatar (Türk) nüfus ile olan bağlarının da altını sürekli olarak çizmek durumundadır. Kırım meselesinin kısa vadede herhangi bir çözüme kavuşmaması beklenmediğine göre, Türkiye, Rusya ile bölgedeki soydaşlarının toplumsal/siyasal hakları ve esenliği ile ilgili müzakerelerde bulunmaya da başlamalıdır. Nitekim Türkiye’nin, Ukrayna ve Kırım özelinde Rusya’ya körü körüne karşıt bir tutum izlemesi halinde Kırım Türkleri’nin statüsü Ukrayna’dakinden çok daha kötü bir şekle bürünebilir. Türkiye’nin ve özellikle Türkiye toplumunun anlaması gereken en önemli husus, Kırım’ın mevcut konjonktürde Türkiye’ye bağlanmasının imkânsız olduğu ve bu nedenle de Osmanlı tarihine referansla anlamlandırmalarda bulunmanın mantıksız olduğu gerçeğidir. Ukrayna krizi özelinde çok büyük bir ihtimalle bir kez daha gündeme getirilecek olan Montrö Sözleşmesi’nin değiştirilmesi yönlü girişimlere karşı da Türkiye’nin dikkatli olması ve böyle bir durumu kabul etmemesi gerekmektedir. Benzer bir girişim Kanal İstanbul’un inşasına başlanması durumunda, bu proje üzerinden de gündeme getirilecektir. Bu minvalde, Türkiye’nin Ukrayna politikasının Kırım Türkleri’nin statüsüne ilişkin Rusya ile sağlıklı ve verimli bir diyalog kurulması ve Montrö Sözleşmesi odaklı olarak şekillenmesi ve buna uygun bir strateji izlenmesi gerekmektedir.
Okunma Sayısı: 1515
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.