İlginç ve adalet mesajlı anekdotlarla dolu güzel bir yolculuğa çıkıyoruz. Günümüzle kıyaslanacaktır. Umarım herşey daha güzel olur.
***
Osmanlı’nın âlimlerinden Sivrihisar’da 810 (M. 1407) senesinde doğan Hızır Çelebi bin Celâleddin, 863 (M. 1458) senesinde İstanbul’da vefat etmiştir. Nasreddin Hocanın torunlarındandır. Küçük yaşlarda ilim tahsil eden Hızır Çelebi memleketi Sivrihisar’da kadılık ve müderrislik yapmıştır. O sıralarda Fatih Sultan Mehmed Han, Arabistan’dan gelip çeşitli ilim ve fen soruları soran zatla uğraşıyordu. Zamanın âlimleri bu zatı alt edemediğinden Fatih Sultan Mehmed Han, bu zata cevaplar verebilecek bir âlimin bulunmasını emretti. Hızır Bey Sivrihisar’dan getirtildi ve o zata verdiği cevaplar neticesinde o zat şu itirafı yaptı:
“Hızır Bey, İslâm âleminde benzeri pek az bulunan ilim adamlarınızdan biridir. Kendisinde öylesine bir hafıza ve zekâ var ki, karşısında durmak mümkün değildir.”
Bu durum Fatih Sultan Mehmed Hanı memnun etti ve “Yüzümüzü ak eyledin, Cenâb-ı Hak da iki cihanda senin yüzünü ak eyleyip, ilmini ve fazlını arttırsın” diye duâ etti.
Fatih’in Hızır Beyle olan muhabbeti ve teveccühü günden güne artıyordu. Hızır Bey, Bursa’da, Anadolu’da ve Rumeli’de kadılıklarda bulundu. İstanbul’un fethinde ilk olarak İstanbul’un kadısı ve belediye başkanı olup vefatına kadar, yani 6 sene bu makamda kaldı. Adalet ve hakkaniyetle işlerini yürüttü ve bu vasıflarla tanındı, sevildi. Ders halkasına bir çok âlim ve birçok kimse katılıp faydalandı.
Hızır Çelebi, İstanbul kadısı ve belediye başkanı olarak vazifeye başladıktan bir müddet sonra, bir Hıristiyan mimar gelip Fatih Sultan Mehmed Han gibi bir padişahtan şikâyetçi oldu. O zamanlar Avrupa ülkelerinde değil kralı mahkemeye vermek, aleyhinde konuşmak bile bir insanın kendi hayatının sonu demekti. Bir Hıristiyan ise Müslüman bir ülkede o devletin padişahını şikâyet edebilme hakkını kendisinde bulabiliyordu. Hıristiyan mimar dinlenildi. Fatih Sultan Mehmed Han, Ayasofya Camii’nden daha yüksek kubbeye sahip ve daha üstün bir cami yaptırmak istiyordu. Bu işe Hıristiyan mimar talip olmuştu. Bu mimar ise Ayasofya’dan daha üstün hususiyetleri haiz bir esere sahip olmalarını istemiyordu. Caminin inşaatı başladı. Bin bir zorlukla Mısır’dan getirilen sütunların yükseklikleri kısaltıldı. Kubbe Ayasofya’dan alçak olmuştu. İnşaatın bitmesine yakın Fatih Sultan ziyarete geldi. Gördükleri onu hiddetlendirmişti, mimarın düşüncesini anlayıp onun cezalandırılmasını istedi. Binlerce km uzaktan binbir emekle getirilen mermer sütunlar kısaltılmış, Sultan’ın emri ve iyi niyeti ayaklar altına alınmıştı. Hıristiyan mimarın eli kesildi. İşte bu sebepten dolayı kadıya şikâyette bulundu. Bir mimar için eli, herşeyden daha fazla lüzumluydu. Ama hatasının cezasını eliyle ödedi.
Kadı bunları dinledikten sonra Fatih Sultan Mehmed Han’ı gün ve saat belirleyerek mahkemeye dâvet etti. Sultan dâvete icabet etti. Hıristiyan mimar ayakta durup ürkek ürkek etrafını seyrediyordu. Böyle bir mahkemeyi ilk defa görüyordu. Çünkü onların bildiği, güçlü olanın hâkim olmasıydı ve gücü yetene herşey mübahtı. Kadının ise adaletli olduğu söylenmişti. Bizans suçsuz zayıfın ezildiği, güçsüzün elinden ekmeğinin alındığı bir yerdi. Sultan mahkemeye gelip başköşede bulunan bir yere oturmaya niyetlenmişti ki kadı çekinmeden:
“Oturma beyim... Hasmınla yüzleşmek üzere, mahkeme huzurunda ayakta dur” dedi.
Sultan söyleneni yaptı, mahkemenin padişahı Hızır Bey’di. Hızır Bey: “Sen Murad oğlu Mehmed! Bu zımmînin elini kestirdin mi?” diye başladı söze ve mahkeme sonucunda;
“Sen Murad oğlu Mehmed! Mahkeme edilmeden bu zımmînin elini kestirdiğin için kısas olunacaksın. Senin elin de onunki gibi kesilecek. Eğer zımmîyi razı edebilirsen, ölünceye kadar onun ve çoluk çocuğunun mâişetini temin etmek karşılığında elini kesilmekten kurtarabilirsin” dedi.
Herkesle birlikte padişah da tam bir sükûnet içinde kararı dinledi. Hıristiyan bu adaletli karar karşısında dayanamayıp ağlayarak padişahın ellerine kapandı. Ölünceye kadar maişetini temin etmek karşılığında anlaştılar. Zalimleri bile ağlatacak böyle bir adalet, ancak hak bir dinin mensupları tarafınca icra edilebileceğini düşünen mimar aile efradıyla birlikte Müslüman oldu. O da İslâmın yayılması için gayret gösterdi.
Bu mahkemeden bir kaç gün sonra da Fatih Sultan Mehmed Han, Hızır Beyi ziyaret etti. Mahkeme esnasında gösterdiği adalete teşekkür edip,
“Eğer bana, bir suçlu gibi değil de, bir padişâh gibi muamele etseydin, seni şu kılıcımla parçalardım” dedi.
Bu ifadelere muhatap olan Hızır Bey de, eğer padişahlığına güvenip dinimizin emri olan hükme karşı çıksaydın kafanı parçalatırdım, meâlindeki sözlerle karşılık verdi.
Bu konuşmaya şahit olanlar “Böyle sultana, böyle kadı” demekten kendilerini alamadılar.
Osmanlı’nın adaleti, öyle bir yayıldı ki, bütün Hıristiyan kavimler, Osmanlı’nın teb’ası olabilmek için birbirleriyle yarıştılar. En açık delili ise Amerika’nın Utah bölgesindeki Normanlara ait kilise defterinde yazılı şu duâdır:
“Ya Rabbi! Osmanlı’nın gücünü, kuvvetini arttır ki, gelip bizi de kurtarsın. Bize din hürriyeti versin. Can ve mal emniyetimizi sağlasın. Âmin.”
İslâmın adaleti daim olsun diyor, yorumu size bırakıyorum.
Hızır Bey’in yazmış olduğu “Kaside-i Nuriyye”nin sonunda şu duâ yer almaktadır:
“Ey Allah’ım! Beni onların (Peygamber Efendimiz ve halifelerinin) sevgisinden asla mahrum etme! ‘Âmin’ diyen imanın her türlü nefyinden mahrum olsun! Yeryüzü Nisan yağmuru altında yeşillendikçe, beni hayırla anan, ebedî olarak sevincin pırıltısını muhafaza etsin!”
Allah ondan razı olsun...
Kaynak: İslâm Ansiklopedisi, c. 12.
ARZU KONAN