"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Meşrûtiyet şeriata dayanır

21 Temmuz 2019, Pazar
İsm-i şeriat, o müteaddit sebeplerden çıkan ervah-ı habîse ve münteşireyi yuvalarına irca ile, on üç asırdan sonra bir mu’cize daha gösterdi. Hem gelen inkılâb-ı azîmde ordu ve ulemanın “Meşrûtiyet şeriata müsteniddir” diye yükselen sadâsı, umum ehl-i İslâmın vicdanlarını manyetizmalandırdı. O inkılâp, inkılâpların kaide-i tabiiyesini hark ile şeriatın tesir-i mu’cizânesini gösterdi. Ve daima da gösterecektir.

 Asrın mahkemesi, çağların müdafaası: Divan-ı Harb-i Örfî şerhi-Dizi-17

HASAN GÜNEŞ[email protected]

***

Hakk’ın hatırını kırmayacağım, hakikati söyleyeceğim. Zira Hakk’ın hatırı âlidir; hiçbir hatıra feda edilmez. Kimin hatırı kırılırsa kırılsın, yalnız hak sağ olsun. 

Şöyle ki: 31 Mart Hâdisesi denilen o sâika ve müthiş fırtına, âdi sebepler tahtında öyle bir istidad-ı tabiîyi müheyya etmişti ki, neticesi hercümerc olduğu halde, min indillâh ehl-i kıyamın lisanına daima mu’cizesini gösteren ism-i şeriat geldi. O fırtınayı gayet hafif geçirdiğinden Nisan’ın nısfından sonraki gazeteleri indallah mahkûm ediyor. Zira, o hadiseye sebebiyet veren yedi mesele ve onunla beraber yedi hal nazar-ı mütâlâaya alınsa, hakikat tezahür eder. 

Onlar da bunlardır:

1. Yüzde doksanı İttihad ve Terakkinin aleyhinde, hem onların tahakkümü ve istibdadı aleyhinde bir hareket idi.

2. Fırkaların meydan-ı münakaşâtı olan vükelâyı tebdil idi.

3. Sultan-ı mazlûmu sukut-u musammemden kurtarmaktı.

4. Hissiyat-ı askeriyenin ve âdâb-ı dindaranelerinin muhalif telkinatın önüne set olmaktı.

5. Pek çok büyütülen Hasan Fehmi Beyin katilini meydana çıkarmaktı.

6. Kadro haricine çıkanları ve alay zabitlerini mağdur etmemekti.

7. Hürriyeti, sefahete şumulünü men ve âdâb-ı şeriatla tahdit ve avâmın siyaset-i şer’î bildikleri yalnız kısas ve kat-ı yed haddini icra idi.

Fakat zemin bataklık ve dam ve plân serilmişti. Mukaddes olan itaat-i askeriye feda edildi. Üssü’l-esas esbab, fırkaların taraftarane ve garazkârane münakaşatı ve gazetelerin belâgat yerine mübalâğat ve yalan ve ifratperverane keşmekeşleri idi. Bu metâlib-i seb’ada, nasıl ki yedi renk çevrilse yalnız beyaz görünür, bunda da yalnız ziyâ-yı şeriat-ı beyzâ tecellî etti, fesadın önüne set çekti.

İYİLİK ZANNI

Elhasıl: Sekiz-dokuz ayda gazetelerin heyecan verici neşriyatıyla ve fırkaların cemiyetlere fedaî yazmakla ve inkılâbı vücuda getiren zevatın tahakkümatıyla ve itaat-i askeriyeye münafi olan hürriyet-i mutlaka efrada sirayetle ve âdâb-ı diniyeye muhalif zannettikleri şeyleri bazı dikkatsizlerin efrada telkinatıyla ve itaat bozulduktan sonra müstebitler, cahil mutaassıplar, dinde hassas, muhakeme-i akliyede noksan olanlar, iyilik zannıyla o bataklık zeminde tohum ekmeye başlamasıyla ve devletin umum siyaseti cahil efradın elinde kalmakla ve bir milyona yakın fişek havaya atılmakla ve dahil ve hariç müddeîler parmak vurmakla ortalık anarşistlik haline girdiğinden, bu hâdisenin istidad-ı tabiisi, hercümerc ve müdahale-i ecnebî iken, min indillâh, ism-i şeriat, o müteaddit sebeplerden çıkan ervah-ı habîse ve münteşireyi yuvalarına irca ile, on üç asırdan sonra bir mu’cize daha gösterdi.

Hem gelen inkılâb-ı azîmde ordu ve ulemanın “Meşrûtiyet şeriata müsteniddir” diye yükselen sadâsı, umum ehl-i İslâmın vicdanlarını manyetizmalandırdı. O inkılâp, inkılâpların kaide-i tabiiyesini hark ile şeriatın tesir-i mu’cizânesini gösterdi. Ve daima da gösterecektir. Nisan’ın nısf-ı âhirinde çıkan gazetelerin esas-ı fikirlerine muterizim. 

Şöyle ki: Hayat onun yoluna feda edilen ve hayattan bin derece daha yüksek olan haysiyet ve itaat-i askeriyeyi, hayata feda edilen ve ehl-i vicdan nazarında gayet hasis olan âmâl-i nâmeşrûaya feda etmeye ihtimal verdiler. Hem de hakaik ve ahval onun cazibesine tâbi ve o merkeze merbut olan şems-i şeriat, saltanata veya hilâfete veya başka siyasete tâbî ve âlet tevehhümüyle, bir şems-i münîri, münkesif bir yıldıza peyk ve câzibesine tâbi itikad etmek gibi göstermekle tarik-i dalâlete sülûk ettiler.

Bütün kuvvetimle derim ki: Terakkimiz, ancak milliyetimiz olan İslâmiyetin terakkisiyle ve hakaik-i Şeriatın tecellîsiyledir. Yoksa, “Yürüyüşünü terk etti, başkasının da yürüyüşünü öğrenmedi” diye olan darb-ı mesele mâsadak olacağız.

Evet, hem şan ve şeref-i millet-i İslâmiye, hem sevab-ı âhiret, hem cemiyet-i milliye, hem hamiyet-i İslâmiye, hem hubb-u vatan, hem hubb-u din ile mütehassis olmalıyız. Zira müsennâ daha muhkemdir.

31 Mart Vak’ası’nın sebepleri

Bediüzzaman Said Nursî bu bölümde 31 Mart Vak’ası’nın sebeplerini anlatıyor.

Sıradan basit sebeplerle başlayan büyük bir fırtına sonu büyü bir hercümerc, kargaşa ve kaos iken lisanlardaki şeriat sayesinde gayet hafif geçmiştir. Bu da gazetelerin Nisan’ın on beşinden sonraki suçlamalarını ve değerlendirmelerinin yanlış olduğunu gösterir. 

Hareket ordusunun 2. ve 3. Ordunun desteğiyle İstanbul’da kontrolü ele almasıyla gazetelerin büyük kısmı yayınlarında değişiklik yaparak hadisenin müsebbibi olarak şeriatı suçlamaya başlamışlardır. 

Bediüzzaman Hazretleri bu isyan ve kargaşanın sebebi şunlardır diyerek sebepleri sıralıyor:

1. Yüzde doksanı İttihad ve Terakki’nin aleyhinde, hem onların tahakkümü ve istibdadı aleyhinde bir hareket idi. Yukarda da bahsedildiği İttihat ve Terakki Fırkası basın, bürokrasi ve devletin bütün kademelerinde ciddî bir tahakküm ve istibdat uygulamaya başlamıştı. İsyancıların çok büyük kısmı bunu protesto ediyordu.

2. Fırkaların meydan-ı münakaşâtı olan vükelâyı tebdil idi. İttihat ve Terakki Fırkası seçimde çoğunluğu elde etmişti. Ancak farklı bir politika ve taktik izledi. İktidara doğrudan talip olmadı. Sadrazamın yani başbakanın atamasını yine Sultan II. Abdülhamid yapıyordu. Padişah, İttihat ve Terakki ve diğer siyasî partilerin baskı ve yönlendirmeleriyle sık sık bakanlar değişiyordu. Özellikle Harbiye Nezareti yani Savunma Bakanlığı gibi orduyu elinde tutan bakanlıklardaki talepler ve değişim ciddî gerginliğe sebep olmuştu. 

3. Sultan-ı mazlûmu sukut-u musammemden kurtarmaktı. Tahttan indirilmesine karar verilmiş olan Sultan II. Abdülhamid’in önünü açmaktı. Göstericilerin bir kısmı da padişahın yetkilerinin arttırılmasını talep ediyordu. Burada dikkat çeken husus Bediüzzaman Hazretleri hadiseler sonucunda mahkemede tahttan indirilen Sultan II. Abdülhamid’in “mazlûm” olduğunu ilân etmesidir. Herkesin düşene vurduğu bir zamanda yine ölümü göze alarak suçsuzları müdafaa etmeye devam etmiştir. 

4. Hissiyat-ı askeriyenin ve âdâb-ı dindaranelerinin muhalif telkinatın önüne set olmaktı. Asker, Avrupa’dan alınan yeni eğitim sistemine tam alışamamıştı. Bazı subayların uygulamaları sebebiyle kısmî rahatsızlıklar meydana geliyordu. Namaz, abdest gibi hususlarda bazı engellerin çıktığına dair söylentiler çıkıyordu. Yaygın olmasa da Avrupalı subaylardan bulaşan erlere karşı küfür ve hakaret de tepki çeken hususlardı. Bunlar da askeri sokağa döken faktörlerdi.

5. Pek çok büyütülen Hasan Fehmi Bey’in katilini meydana çıkarmaktı. Yukarda da bahsedildiği gibi Gazeteci Hasan Fehmi Bey cinayeti failî meçhul olarak kalmıştı. Katilleri ortaya çıkarmak için ciddî bir gayret gösterilmemişti. Cenazeye büyük bir kalabalık iştirak etmiş hükümeti özellikle İttihat ve Terakki Fırkası’nı sorumlu tutarak protesto etmişti. 31 Mart hadisesinde bu failî meçhulün de hissesi vardır. “Pek çok büyütülen” ifadesinden de muhaliflerin bir kısmının bunu biraz da siyasî maksatla kullanmak istediklerini anlıyoruz. 

6. Kadro haricine çıkanları ve alay zabitlerini mağdur etmemekti.. İttihat ve Terakki’nin baskısıyla çok sayıda memur tasarruf tedbirleri gerekçesiyle görevden alınmıştı. Halkta, personel azaltılmasında liyakatten ziyade partizanlığının etkili olduğu kanaati yaygındı. Ordudan 1400 civarında alaylı subay kadro dışına çıkarılmıştı. Alaylı sistemiyle subaylık bekleyenler de tepkiliydi.

7. Hürriyeti, sefahete şumulünü men ve âdâb-ı şeriatla tahdit ve avâmın siyaset-i şer’î bildikleri yalnız kısas ve kat-ı yed haddini icra idi. Bir kısım sefih insanlar sefahatlerini hürriyet olarak takdim ediyorlardı. Sefahati hürriyete dâhil ediyorlardı. Bu da halktan tepki görüyordu. Hürriyeti şeriat ile sınırlandırmak istiyorlardı. Avam tabakası da şeriat denince kısas ve el kesmeyi anlıyordu. 

Ey paşalar, zabitler!

Cinayetlerime ceza ve şimdi suallerime de cevap isterim. İslâmiyet ise, insaniyet-i kübrâ; ve şeriat ise, medeniyet-i fuzla (en faziletli) olduğundan, âlem-i İslâmiyet, medine-i fazilet-i Eflâtuniye olmaya sezâdır.

Gerçek medeniyet

Bu bölümde Bediüzzaman Said Nursî mahkeme heyetine sorular soruyor. Ancak öncelikli olarak İslâmiyet, şeriat ve medeniyet hususunda bazı hususları tekrar vurguluyor. İslâmiyet’e ya da İslâm medeniyetine alternatif arayanları ikaz ediyor ve cevaplar veriyor. “İslamiyet insaniyet-i kübradır.” diyor. 

Bilindiği gibi eski Yunan filozofu Eflatun ya da Batı’daki ifadeyle Platon insanların saadeti ve mutluluğu için bazı idealler ve teoriler geliştirmiştir. İdeal insan, ideal toplum ya da kâmil insan kâmil toplum ve ideal devlet gibi… Felsefesinde hocası Sokrat’tan da istifade ederek bazı ahlâkî prensipler ortaya koymuştur. İnsanların ancak bu prensiplerle donatılmış toplumlarla mesut ve mutlu olacağı teorisini geliştirmiştir. Eflatun ileriki yaşlarında insanların tamamının felsefe öğrenemeyeceğini kabul ederek en azından felsefî ahlâka sahip devlet adamlarıyla bunun mümkün olacağını ileri sürmüştür. 

Eflatun bunu eski Yunan’da site devletlerinden birinde uygulamaya çalışmış, ancak hayal kırıklığına uğramıştır. Büyük İslâm âlimi ve filozofu Farabi, Eflatun’un bu ütopyasına faziletli insanlardan ve sistemden müteşekkil şehir manasında “medine-i fazıla” demiştir. Bunu İslâm ahlâkı ve İslâmî ilimlere dayalı bir şehir olarak yeniden işlemiştir.

Rönesans ile birlikte Batı’da Eflatun’un düşünceleri yeniden gündeme gelmiştir. Hıristiyanlıktan bağımsız bir medeniyet ve devlet idaresi ve yapılanma düşüncesi gelişmiştir. Osmanlı’nın Batı’ya açılması ile birlikte aynı zamanda Osmanlı toprakları olan eski Yunan’daki felsefe de tekrar gündeme gelmiştir. Devleti yeniden dizayn etmek isteyenler İslâm dışı çözümler peşindedir ve Batı medeniyetinin temellerinden olan Yunan ve Roma felsefesi revaçtadır. 

İnsaniyet-i Kübra “büyük insanlık”

Eflatun’un faziletli toplum yerine “faziletli devlet adamları” daha doğrusu “felsefe ahlâkına sahip devlet adamları”nı idealize etmesi kısmen demokrasiden oligarşiye bir kaymadır. Büyük Fransız İhtilâli’yle başlayan Jakoben idare ya da bir kısım İttihatçıların parti veya komite istibdadı buna paralellik arz etmektedir.

Bediüzzaman Said Nursî bu arayış içerisinde olanlara Eflatun’un ütopyası yerine bunun İslâmî’si olan Farabi’nin “medine-i fazıla”sını hatırlatıyor.

Eski çağlardan bu yana eski medeniyetlerin özellikle Eflatun’un iddia ettiği ideal insan, kâmil insan, kâmil toplum ve devletin ancak İnsaniyet-i Kübra yani “büyük insanlık” olan İslâmiyet’le ve İslâm şeriatı ile mümkün olduğunu ifade eder. İnsanî değerler olarak bilinen ne varsa İslâm’da daha ileri ve en güzel şekilde mevcuttur. İnsan hakları, hürriyet, meşrûtiyet,  hukukta eşitlik, adalet, istibdat ve zulümle mücadele, makamına bakılmaksızın herkesin adalet ve hukuk karşısında sorgulanabilir olması gibi bütün değerler İslâm’da mevcuttur. 

Birinci sual: Gazetelerin aldatmalarıyla meşrû bilerek buradaki görenek ve âdete binaen cereyan-ı umumîye kapılan safdillerin cezası nedir?

DEVAM EDECEK...

Okunma Sayısı: 4471
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı