Dr. Adnan Küçük: Laiklik tanımları içerisinde dinî ve siyasî çoğulculukla en uyumlu ve kapsayıcı olanın, Said NursÎ tarafından ifade edilen laiklik tanımlaması olduğu açıktır.
Kırıkkale Üniversitesi Anayasa Hukuku Hocalarından Dr. Adnan Küçük de Laiklik ve Din ve Vicdan Hürriyeti başlıklı ayrıntılı makalesini özetleyerek şunları beyan etti:
Laiklikle alâkalı yaklaşımların, hem genel hürriyet telâkkisinin muhtevası ve sınırları ile hem de din ve vicdan hürriyetinin muhtevası ve sınırları ile yakından alâkası mevcuttur. Ben burada, laikliğin ve din ve vicdan hürriyetinin muhtevasına ve sınırlarına ilişkin bir belirleme yapmak istiyorum.
Genel olarak laiklikle alâkalı umumî yaklaşımları yansıtmak için üç farklı bakış açısını yansıtan üç tür tanımlamaya yer vereceğim.
Birincisi meselâ Türkan Saylan’a göre laiklik, “Türkiye için, kamusal ve siyasal yaşamda din kurallarından arınmış, insanların eşitliğini, akıl ve bilimi temel almış bir yaşam biçimidir”.
Bu tanımda laiklik bir hayat tarzı olarak görülmektedir. Bu hayat tarzında, dinin, hem bireysel, hem de kamusal ve siyasî hayattan dışlanması amaçlanmaktadır. Pozitivist bilim, kamusal, siyasî ve bireysel hayatın tek belirleyicisi kabul edilmektedir. Bunlara göre, laiklik, pozitivizm, aydınlanma ve sekülerleşme temelli belli bir hayat tarzını öngörür. Birey ve toplumun, “çağdaşlık” olarak da ifade edilen “model hayat tarzı” ile uyumlu olması gerekir. Bu laiklik anlayışında din ve vicdan hürriyetinin alanının minimize edildiği ya da bu hürriyete hayat hakkı tanınmadığı açıktır.
İkincisi meselâ Mustafa Erdoğan’a ve Atilla Yayla’ya göre laiklik, devletin dinler karşısında tarafsız kalması ve bunun doğal sonucu olarak siyasî veya hukukî düzenin herhangi bir şekilde dinî öğretiye dayandırılmamasıdır. Bu anlamı itibariyle laiklik, özünde birey hürriyetlerini koruyan bir ilkedir.
Bu tanımda laiklik, devletin dinlere karşı tarafsız olması ve siyasî-hukukî düzenin dine dayandırılmaması şeklinde görülüyor. Bu tanımlamada, temel vurgu, devletin, hem dinler hem de siyasî düşünceler karşısında değil, sadece dinler karşısında tarafsızlığına yapılmaktadır. Burada kurucu akıl yoluyla bireylere ve topluma dayatılan bir hayat tarzı söz konusu değildir. Bu tanımlarda din ve vicdan hürriyeti tanınmaktadır. Fakat, zımnen dinî mahiyette olmayan düşünce ve telâkkiler bir adım öne geçirilmekte, devletin resmî politikaları seküler eksende şekillenmekte, din ve vicdan hürriyeti büyük ölçüde toplumsal alana bırakılmaktadır. Devlet, hukukî, siyasî ve kamusal hayatta, dinî mahiyette olmayan düşüncelere üstünlük tanımaktadır. Devletin temel politikaları seküler pozitivist felsefe temelinde şekillenirken yani bu kesime yönelik bir koruyuculuk ve bazı kamusal imkânlar sağlanırken, devlet, dinî alana ilişkin katkılar sunmaktan kaçınmaktadır.
Üçüncü olarak Said Nursî’ye göre ise lâiklik, devletin, hem dinî, hem de dinî nitelikte olmayan düşünce ve hayat tarzları karşısında tarafsız kalması demektir. Yani dini dünyadan tefrik edip tarafsız kalmak prensibini kabul etmiş olan hükûmet-i cumhuriye, hürriyet-i vicdan düsturuyla, dinsizlere ve sefahetçilere dinsizlikleri için ilişmediği gibi, dindarlara ve takvâcılara da dindarlıkları için ilişemez. Laiklik, devletin dini reddetmesi manasına gelmez.
Bu tanımda ise laiklik, “devletin, hem dinlere hem de dinî temelli olmayan düşünce ve hayat tarzlarına karşı tarafsız olması” şeklinde tanımlanmaktadır. Burada, hem dinî, hem de siyasî çoğulculuk savunulmakta, hem de devletin, her ikisi yönünden farklı muameleler yapması men edilmektedir. Bu tanımda, devlet, dinler kadar dinî olmayan düşünce ve hayat tarzlarına karşı da aynı mesafede olmalıdır. Açıkça bellidir ki bu tür laiklik, dinî ve siyasî çoğulculuğun sağlanması konusunda daha kapsayıcıdır. Bu tanımlamaya göre, din ve vicdan hürriyeti kapsamındaki fikirler en az dinî mahiyette olmayan düşünceler kadar muteber kılınmaktadır.
Kısaca ifade etmek gerekirse, laiklik tanımları içerisinde, dinî ve siyasî çoğulculukla en uyumlu ve kapsayıcı olanın, Said Nursî tarafından ifade edilen laiklik tanımlaması olduğu açıktır.
DARBELERİ BİTİRECEK OLAN, GERÇEK HÜRRİYETTİR
Daha sonra söz alan Çankırı Karatekin Üniversitesinden Doç. Dr. Şevki Adem de şunları söyledi:
Hürriyet, Rububiyetine ait özelliklerin ve Uluhiyetine dair sıfatların anlaşılması için Allah’ın insanlara verdiği emanetleri insanın bilmesi ve kullanmasıdır. Allah’ın “emaneti dağlara teklif ettik, farklı mahlukata teklif ettik, onlar kabul etmediler, ama insan üstlendi” dediği vazifenin ifası için hürriyet gereklidir. Yani Allah kendisini tanımamız için bize bazı farazi ölçücükler ve özellikler vermiş. Bunlardan bir tanesi de hürriyet.
Zaman-ı ademden bugüne kadar hayırlarla şerlerin, faydalarla zararların arasında bir muaraza var ve bu meydan-ı muarazada istibdat ile hürriyetin de bir mücadelesi var. Kimi zaman hürriyet daha ağır gelirken kimi zaman da istibdat daha ağır basmıştır. Bu mücadelenin bayrak şahsiyetlerinden biri de Bediüzzaman Hazretleri’dir.
Üstadı en güzel tanımlayacak ifadelerden biri “hür adam” olmasıdır. “Ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam” diyor.
İnsanlar niçin istibdatla mücadele etmişler? Bediüzzaman’ın ifadesiyle istibdat “bağ ve bahçelerimizin kökünü kurutan” bir özelliğe sahiptir. Yani insanların elinde avucunda ne varsa yakıp yıkan kavuran bir illet gibidir. İnsanlar elindekini korumak istiyor. Bunu da hürriyetiyle yapabilir.
Hür olan toplumlar hem maddî olarak ve hem de insanilik itibariyle açık ara farkla daha iyi yaşıyorlar. Hürriyet kalkınmayı sağlıyor, faydası oluyor. Çünkü meselâ bir şeyler yapmak isteyen bir çocuğa sürekli bir tokat atsanız, “dur dur” deseniz, o çocuk belli bir zaman sonra artık yerinde durur, hiç gelişmek istemeyen bir hale gelir. İşte insan da hürriyet hissiyle gelişmek istiyor, istidatlarının neşvü nema bulmasını istiyor.
Bir şey daha var. Hür olan toplumlar kendilerini rahat ifade ettiklerinden toplum hür olursa gizli yapılanmalar da olmayacaktır. Devlet ne kadar hürriyet tanırsa vatandaşına, vatandaş da o kadar kendini gizleme saklama zorunluluğundan kurtulur. Böylelikle toplumdaki gizli saklı yapılanmaların önüne geçmiş oluruz. İnsanların bu tarz yapılara meyletmesinin de önünü alırız. İnsan kendini rahat ifade edebiliyorsa niye gizli işler yapsın. Yani demokrasiyi geliştirecek ve darbeleri bitirecek olan da gerçek hürriyettir.
MÜSBET VE MENFİ AVRUPA TASNİFİ ÇOK ÖNEMLİ
Daha sonra uzaktan erişimle katılarak söz alan Prof. Dr. Fikret Çalışkan da şunları ifade etti:
Said Nursî Hazretleri Risale-i Nur Külliyatı’nda Avrupa’yı müsbet ve menfi olarak iki grup altında kategorize ediyor. Bu çok önemli bir sınıflama. Çünkü maalesef bilhassa Türkiye’de Avrupa ve Batı şimdi sadece sefaheti ve rezaleti tatbik eden ikinci Avrupa’ya indirgendiği için Avrupa’nın hayrı ve hasenatı teşvik eden yönü yani birinci Avrupa üzerinde fazla konuşulmuyor.
Hakikaten bugünkü Avrupa Avrupa olmak için çok büyük rahlelerden geçmiş, kolay olmamış. Magna cartalar, Rönesanslar, Fransız İhtilâli … Avrupa’nın yakın tarihi bugün sahip olduğu olumlu özellikleri ortaya koymak ve hayata geçirmek üzere yapılan mücadelelerle geçiyor. Üstad bunlardan uzak durmamış ve Kur’ân’dan ilham alarak bu asırda Allah’tan başka hiçbir şeye kul olmama felsefesini hayatı ve eserleriyle ortaya koymuş.
Siyasette her ne kadar “Haçlı ittifakı, Haçlı Kuvvetleri, dış mihraklar” şeklinde İkinci Avrupa nazara verilip Avrupa toptan kötüleniyorsa da biz her zaman Avrupa’nın Türkiye’ye ve İslâm ülkelerine hatta İslâmiyete ihtiyacı olduğunu onların ifadeleriyle hep söyleye geldik, söylüyoruz.
Daha sonra uzaktan bağlantı ile söz alan Yazar Mehmet Ali Kaya şunları söyledi:
Özgürlükle hürriyet arasında ufak da olsa bir fark var. Özgürlük dediğiniz zaman bu zorlamanın ve kısıtlamanın olmaması kişinin herhangi bir şarta bağlı olmaması anlamında sınırsız bir hürriyet oluyor ki Bediüzzaman Hazretleri bunu, “dağ komşularımız olan hayvanlarda da vardır” diye ifade ediyor. Ama hürriyet kişinin her nevi dış etkenlerden bağımsız olarak kendi iradesini dilediği gibi kullanması, kendi iradesine göre hüküm vermesi ve akıllıca davranması demektir. Üstadımız da bunu “hürriyet ne nefsine ne başkasına zarar vermemektir” şeklinde tarif ediyor.
Üstad Hazretleri daha on yedi yaşından itibaren yani Mardin’de Namık Kemal’in Rüya adlı makalesini okuduktan sonra bütün sıkıntıların kaynağının istibdat olduğunu görüyor ve hayatını hürriyet için adeta feda ediyor. Bu sebeple siyasette de hürriyetçileri destekliyor.
Üstad Osmanlı Devleti 1908 yılında meşrûtiyeti ilân ettiği zaman Sultanahmet’te okumuş olduğu o meşhur nutkuna şöyle başlıyor: “Ey hürriyet-i şeriye” yani İslâmın tarif ettiği doğru hürriyet.
Hürriyet-i şer’î insanlığın saadeti için asayişin korunmasıdır. İslâm’da savaşa tecavüzü önlemek için izin verilmiştir. Cihad farz-ı ayındır, ama savaş ancak tecavüz olduğu zaman meşrû kılınmıştır.
Emniyet ve asayiş adaletle sağlanır. Adalet Kur’ân-ı Kerîm’in dört esasından biridir ve adalet ancak hürriyetle mümkündür. Bu sebeple adalete giden yol da hürriyetin önünden geçer.
Hürriyet Allah’ın insana en büyük atiyesi yani ihsanıdır ve imanın hassasıdır. Hürriyet olmazsa iman hakikatlerini anlatamazsınız, ibadeti hakkıyla yapamazsınız, hürriyet olmazsa samimî fikirleriniz ifade edemezsiniz, ilminizi neşredemezsiniz.
Hakikî hilâfet hürriyetlerin hâkim olduğu bir sistemdir. Saltanat ise hürriyetleri ortadan kaldıran tek kişinin yönetim şeklidir. İslâmiyetin hilâfeti öngörmesinin temelinde hak ve hürriyetlerin sağlanması ve yöneticilerin de bunu bu şekilde uygulamaya çalışması vardır. Yani yöneticilerin kendisini milletin efendisi değil hizmetkârı olarak görmesidir.