“Nübüvvetsiz din” anlayışı ne kadar yersiz ve neticede insanı dâlâlete atan bir yol olduğu gibi, “Hz. Muhammed’siz (asm) Kur’ân” anlayışı da o kadar neticesi hüsran olan bir kabuldür.
Bunun gibi, İslâmiyet dairesine selef gibi kâmil bir takva kapısıyla ve dinin emir ve yasaklarını uygulama yoluyla, dini genişletme ve bir içtihad isteği bulunsa, o kemaldir, olgunlaşmadır. Yoksa;
a) Dinin emir ve yasaklarında lakayd olan,
b) Dünya hayatını, ahiret hayatına tercih eden,
c) Bir şekilde materyalizmin etkisinde kalmış olanların dinde yapacakları içtihad, genişleme ve yenileme, yukarıdaki örnekte olduğu gibi İslâm vücudunu tahrip ve kişinin boynundaki din zincirini çıkarmasına vesile olur. 57
Zira Said Nursî’ye göre, bir sözün içindeki hakikat ve öz, o sözü söyleyen kimsedeki heves, heva, görüntü ve o kişinin karakterine üstün gelmezse, o söz büyük bir hata içerisinde kalır. O zaman sözdeki öz ve hakikat o adamın hizmetine ve hesabına girmiş olur. 58
3. Nübüvvetin gerekliliği ve Hz. Muhammed (asm)
Risale-i Nur Kur’ân Müslümanlığı konusuna açıklık getirirken, dinî yaşantının nübüvvet (peygamberlik) müessesesi ile iç içe oluşunu genelde, son ve evrensel din olan İslâm’ın kitabı Kur’ân’ın hayata tatbikinin de son peygamber Hz. Muhammed’le (asm) olan irtibatını özelde dile getirerek “nübüvvetsiz din” ve “Hz. Peygambersiz Kur’ân” anlayışının çarpıklığını ve istinatsızlığını beyan eder.
a) Nübüvvet
Nitekim, “Karıncayı lidersiz, arıları arıbeysiz bırakmayan kudret-i ezeliye, elbette, insanı da şeriatsız ve peygambersiz bırakmaz. Âlemin düzeninin sırrı bunu böyle ister.”59 ifadesinde bunu net bir şekilde görmekteyiz.
Yine Risale-i Nur’a göre, peygamberlik, insanlığın hayır, mükemmellik ve olgunlaşmasının özeti, tohumu ve temelidir. Hak din, mutluluğun fihristesidir. İman kusur ve noksandan arınmış bir güzelliktir.
Madem şu âlemde parlak bir güzellik, geniş ve yüksek bir hayır, apaçık bir hak, yüksek bir kusursuzluk görünüyor. Açıkça, hak, hakikat peygamberliktedir ve peygamberlerin elindedir. Dalâlet, şer ve zarar ise ellerinde olduğu ve hakikatin temsilcisi olan peygamberlerin muhalifi olanlardadır. 60
Hz. Âdem’den şimdiye kadar insanlık âleminde iki büyük fikrî akım, her yerde ve her insanlık tabakasında yer etmiştir. İki büyük ağaç gibi olan bu iki fikrî akımın, birisi nübüvvet (peygamberlik) ve din zinciri, diğeri de hikmet ve felsefe zinciridir. Ne zaman bu iki zincir kaynaşmış, bir araya gelmişse, daha doğrusu felsefe dinin hizmetine girmişse insanlık her yönüyle mutluluğu yakalamıştır. Ne vakit de ayrılmışlar, felsefe dinin hizmetinden çıkıp, kendi başına hareket etmişse, hayır ve iman, din ve nübüvvetin, inkâr ve şer de felsefenin etrafında toplanmıştır. 61
Nübüvvetin yüzünde, kulluk vardır. Ene (benlik) kendini kul bilir, başkasına (Allah’a) hizmet ettiğini anlar. Allah için ve Allah’a ayna olmak kabiliyetinde olduğunu ve bu kabiliyeti verenin de Allah olduğunu bilerek haddini aşmaz. Allah’ın kendisine verdiği bu kabiliyetlerle de yükselir, mertebe kazanır. İlahlık ve benliğini Rab yapma fiilinden uzak durur.
Felsefenin yüzünde ise, benlik kendi hesabına çalışır. Kendi adına hükmeder. Sahip olduğu güzellikleri ve kabiliyetleri kendinden bilir. 62 Yaratıcıdan gaflet eder. Kulluk yapmak bir tarafa, kendini Rab gibi görmeye başlar ve “Kendi heva ve hevesini Rab edineni gördün mü?” 63 ifadesine muhatap olmak zorunda kalır.
Bundan da anlaşılıyor ki, peygambersiz bir din anlayışı, aslında enenin (benlik) olumsuz sevkiyle, kişinin kendisini, bir nevi dinden tecerrüd etmesiyle neticelenir.
b) Hz. Muhammed (asm)
Buna göre, “Nübüvvetsiz din” anlayışı ne kadar yersiz ve neticede insanı dâlâlete atan bir yol olduğu gibi, “Hz. Muhammed’siz Kur’ân” anlayışı da o kadar neticesi hüsran olan bir kabuldür.
Nitekim Risale-i Nur, Hz. Peygamber’in (asm) şahsiyetini ifade ederken, bu fikrimizi te’yid eder mahiyette sayfalarla bize kendisini okutturmaktadır.
Yüce Yaratan, mahlûkat içerisinde kendine muhatap olarak şuur, fikir sahibi ve konuşmasını bilenleri; fikir ve şuur sahipleri içerisinde de, pek çok mana ve hakikatleri kendi üzerinde toplayan, şuuru geniş insanı; insanlar içerisinde de konuşmaya lâyık ve mükemmel insan olan;
a) En mükemmel,
b) Kabiliyetleri en yüksek,
c) Ahlâkı yüce,
d) İnsanların kendisine uyması lâyık olan Hz. Muhammed’i (asm) seçmiştir.
Çünkü Hz. Muhammed (asm), kendisine inanan veya inanmayan herkesin ittifakıyla;
1. En yüksek kabiliyette,
2. En yüce ahlâkta,
3. İnsanlığın beşte birinin kendisine inandığı,
4. İnsanlığın yarısının onun manevî hakîmiyetine girdiği,
5. İstikbâlin, onun getirdiği nur ile aydınlandığı 64 bir peygamberdir.
Yine o Kâinatın Yaratıcısını tarif eden üç büyük tanıtıcıdan (âlem, Kur’ân ve Hz. Muhammed (asm)) birisidir. Bütün iman sahiplerine önder, bütün insanlara hatip, bütün peygamberlere reis, bütün evliyaya efendi, Allah’ın varlığını ve birliğini “La ilahe illallah” ile zikreden, peygamberler ve evliyadan oluşan zikir halkasının serzâkiridir. 65
Yine o peygamberliğini Tevrat ve İncil’in kendisinden önce tasdik ettiği, ayın yarılması vb. harikalarla bine yakın mu’cizenin kendisinden zuhur ettiği, zatında bulunan övülmüş ahlâkı, vazifesini yerine getirirken gösterdiği kıymetli özelliklerin sahibi, tam güvenilir bir insan olması, imanındaki kuvvet, sağlamlığını gösteren takvası, fevkalâde ubudiyeti, ciddiyeti, metaneti (sağlamlığı) gibi özellikleriyle dâvâsında sadık (doğru) olan bir nebidir. 66
Yine o hüsn-ü sîret (ahlâk güzelliği) ve cemâl-i sûret (dış görünüşündeki güzelliği) ile ki, Yahudilerin meşhur âlimi Abdullah b. Selam, “Bu simâda yalan yok, şu yüzde hile olamaz.” diyerek imana geldiği,67 elinde Kur’ân gibi bir mu’cizenin bulunduğu 68 bir peygamberdir.
Yine o yirmi üç yıl gibi kısa bir sürede vahşi ve âdetlerinde mutaassıp, inatçı bir toplumun kötü âdet ve ahlâkını ortadan kaldırıp, Kur’ân ahlâkını onların gönüllerinde ve davranışlarında yerleştiren;
a) Kalplerin sevgilisi,
b) Akılların öğretmeni,
c) Nefislerin terbiyecisi (eğiticisi),
d) Ruhların sultanı olan 69 bir resuldür.
Saymakla bitiremeyeceğimiz güzel hasletlerle dolu bir insan ve peygamberin, dâvâsı olan Kur’ân ve İslâm’dan ayrı düşünülemeyeceği kanaati, yukarıdaki saydığımız özelliklerin bir kısmını zikretmekle bile apaçık ortaya çıkmaktadır.
Bununla beraber Risale-i Nur’un Hz. Peygambersiz (asm) Kur’ân fikrini çürüten delil ve ifadeleri bununla sınırlı değildir. Aşağıda zikredeceğimiz fikirler yine onun her yönüyle Kur’ân’a ayna olduğunu bize beyan edecek türdendir. Buna göre;
1. Hz. Peygamber’in (asm) gerçi her hâli ve tavrı, doğruluğuna ve peygamberliğine şahit olabilir; fakat her hâli ve tavrının olağanüstü olması gerekmez. Çünkü Cenâb-ı Allah onu insan olarak göndermiş ki, insanların sosyal yaşantılarında, dünyevî ve uhrevî mutluluklarını kazanacakları amel ve hareketlerinde bir rehber, bir önder olabilsin. Eğer her fiilinde normal bir insan gibi davranmayıp harikulâdelikler gösterseydi, önder ve rehber olamaz, fiilleri, halleri ve tavırlarıyla ümmetine ve hatta diğer insanlara ders veremezdi. 70
Bu yüzdendir ki, elinde zuhur eden mu’cizeleri sadece ihtiyaç anında, inanmayanlara peygamberliğini ispat için kullanmıştır. 71
2. Hz. Peygamber’in (asm) iki yönü vardı.
a) Beşeri yönü ki, bu yönüyle normal bir insan gibi hareket ederdi.
b) Risalet yönü ki, Allah’ın elçisi sıfatıyla hareket ederdi.
Risalet cihetiyle o Cenâb-ı Allah’ın tercümanı ve elçisiydi. Onun peygamberliği vahye dayanırdı.
Vahiy ise iki kısımdır:
1. Vahy-i Sarih: Kur’ân ve bazı kudsi hadislerde olduğu gibi ki, bu hususta Hz. Muhammed (asm) sadece bir tercümandır, tebliğcidir, müdahalesi yoktur. 72
Nitekim “Peygambere düşen ancak tebliğdir.” 73 ifadesi bunu net bir şekilde bize gösterir.
2. Vahy-i Zimnî: Özü ve özeti vahye; ayrıntı, anlatma ve gösterilmesi Hz. Muhammed’e (asm) ait olan vahiydir. Bu kısım vahyin tasviratını Hz. Peygamber (asm), yine bir vahye, bir ilhama veya kendi ferasetine dayandırarak gösterir. İşte kendi içtihadıyla yaptığı tafsilat ve tasviratı, ya peygamberlik noktasında, Allah’ın kendisine verdiği peygamberlik kuvvetiyle açıklar veya örf, adet ve genelin fikrî seviyesine göre insaniyet noktasında açıklar.
Bundan dolayı ifade ettiği her hadisin tafsilatına vahyin ta kendisi gibi bakılmaz. İnsaniyetin gereği olan fikirler ve davranışlarında peygamberliğin yüce eserleri aranmaz. Madem bazı olaylar özet olarak ve sınırları belirsiz bir sûrette vahiyle geliyor; Hz. Peygamber de (asm) kendi ferasetiyle, genelin kabûlü yönüyle onu tasvir eder. Bu yöndeki tasvirlerde bulunan benzetme ve zorluklara da bazen bir açıklama ve tâbir etme zarureti doğuyor.
Meselâ, bir gün Resulullah’ın (asm) bulunduğu bir toplantıda derin bir gürültü işitildi. Resulullah (asm) buyurdu ki: “Şu gürültü, yetmiş senedir yuvarlanıp, şimdi Cehennemin dibine düşmüş bir taşın gürültüsüdür.”