-31 Mart’tan Bugüne Darbelerin Hedefi Hep Demokratlar oldu-
***
Demokrat tabanın dağınıklığı ve bundan istifade ile “din adına siyaset” cereyanının öne çıkması, ülkeyi 28 Şubat krizine sürükledi. Hür siyaset çöktü, bedeli de çok ağır oldu.
12 Martçıların önünü açtığı koalisyonlarla gelen istikrarsızlık, bir başka ihtilâlin, 12 Eylül 1980 darbesinin gerekçesi yapıldı. 12 Eylülcüler, ülkeyi koalisyonlara mahkûm eden siyasî yapıyı yerden yere vururken, eskiyi silip yeni bir siyaset inşasına soyundular. Bu işi de, “Siyaset emir-komutayla tanzim edilmez” diyerek, ihtilâlcilerden “Bu işi bana bırakın, siyaset tarlasını ben dümdüz ederim” taahhüdüyle icazet talebinde bulunan Turgut Özal üstlendi.
Bir taraftan “dört eğilimi birleştirme” sloganıyla siyasetin dört ana damarını tek partide toplamak gibi sosyal gerçeklere tamamen zıt bir işe girişen Özal, diğer taraftan ANAP’ı AP tabanına oturtmayı hedefleyen bir strateji uyguladı. Ve ihtilâlcilerin diğer partiler gibi AP idarecilerine de koyduğu siyaset yasağı, bunu kolaylaştırdı.
Ama bu hesap, bilhassa siyasî yasakların 1987’de yapılan referandumda kıl payıyla da olsa kalkması sonucunda bozuldu. Yasaklı liderler tekrar partilerinin başına dönerken, dört eğilim de aslî adreslerine avdet etmeye başladı.
Ve 1991 seçimi ANAP’ın sekiz yıllık iktidarını sona erdirip DYP’yi birinci yaptı.
Ama bu çıkışın arkası getirilemedi. Gerek yılların mücadelesinin getirdiği yorgunluk, gerekse DYP’deki lider ve kadro değişikliğiyle yaşanan geçiş sürecinin sıkıntıları, 1991 seçiminde yakalanan ivmenin devamını engelledi. 28 Şubat fırtınasında takip edilen politikalar ise, partinin bugünkü noktaya gelişini netice veren süreçte çok kritik bir kırılma noktası oluşturdu.
28 Şubat’la birlikte devlet, yıllardan beri fırsat kollayan, ama çok partili demokrasinin getirdiği hür ve sivil siyaset bariyerini aşamadığı için bir türlü sonuca ulaşamayan baskıcı ve dayatmacı kafanın yörüngesine sokuldu.
Demokrat tabanın dağınıklığı ve bundan istifade ile “din adına siyaset” cereyanının öne çıkması, ülkeyi 28 Şubat krizine sürükledi.
Hür siyaset bariyeri çöktü, bedeli de çok ağır oldu.
2002 seçiminde DYP’nin baraja takılmasıyla başlayan gerileme trendi, sonraki seçimlerde inişin daha da hızlanması ve gerek kadroların, gerekse tabanın iyice dağılması ise, bugünkü tabloyu getirdi.
2002 seçiminin tek başına iktidar yaptığı AKP’nin o cenahta en küçük bir kıpırdanmaya dahi fırsat tanımayan sıkı ve yoğun markaj ve baskısı da durumu katmerledi.
Ama yaşanan tecrübeler ve gelinen nokta, Türkiye’nin, 50’lerin DP’si ve 1965-71 dönemi AP’sinde olduğu gibi, demokrat misyon eksenli bir büyük toparlanmaya duyulan ihtiyacın artarak devam ettiğini gösteriyor.
DYP’nin önü dehap’la kesilmeseydi...
Darbe ve müdahalelerin en büyük tahribatı, DP ve AP gibi demokrat misyon partilerinde temsil edilen seçmen kitlesini dağıtıp parçalamalarıyla ortaya çıktı.
Ki, 27 Mayıs’tan 12 Mart ve 12 Eylül’e bütün darbelerin bu partilerin kurduğu hükümetleri silah zoruyla devirmesi de bununla irtibatlı.
28 Şubat’a bu gözle bakıldığında da aynı durumun söz konusu olduğu söylenebilir.
O dönemde hedef alınan koalisyon hükümetinin birinci ortağı RP, ikinci ortağı da DP-AP çizgisinin devamı olan DYP idi. Yürütülen psikolojik operasyonlarla hükümet çekilmek zorunda bırakıldıktan sonra RP ve devamı olarak kurulan FP kapatıldı; ama bu partiden ayrılanlar tarafından kurulan AKP’nin önü açıldı ve AKP 2002’de girdiği ilk seçimde iktidar oldu.
AKP’yi yüzde 36 oyla Meclisteki sandalyelerin yüzde 65’ini kazandırarak tek başına iktidara taşıyan 3 Kasım 2002 seçiminin sonuçlarından biri de yüzde 9.7’de kalıp kılpayı bir farkla yüzde 10 seçim barajına takılan DYP’yi Meclis dışında bırakması olmuştu.
Bu sonuçta etkili olan sebeplerden biri, aynı seçimde, şimdiki HDP’nin kapatılan seleflerinden DEHAP’ın aldığı oyların da genel dağılımda hesaba katılmasıydı. Oysa bu partinin ülkenin yarısında teşkilâtı olmadığı ve bu yüzden seçime katılma yeterliliğinin bulunmadığı AYM kararıyla tesbit edilip, bu husus YSK’ya yapılan itirazla dile getirilmişti. Ama bu itiraz, gayri hukukî ve keyfî bir gerekçeyle reddedilmiş; böylece üzerine zaten darbe hukukuna göre yapılmış olmasından kaynaklanan gölgelerin düştüğü seçimin sonuçlarına böyle bir hukuksuzluğun şaibesi de karıştırılmıştı.
Eğer itiraz kabul edilip gereği yapılmış olsaydı, DYP 66 vekille Meclise girecek, AKP ve CHP’nin de sandalye sayıları düşecekti.
Neticede, 28 Şubat’ın DYP’ye vurduğu darbe bu keyfî kararla iyice perçinlendi ve gerek dış müdahaleler, gerekse iç yapıdaki arızalar sebebiyle gerileme ve iniş trendine girmiş olan parti bu sebeple baraja takılıp Meclise giremeyince ve sonraki süreçte bu gidişatı tersine çevirebilecek kuvvetli bir irade de ortaya konulamayınca, DYP’deki erime süreci daha da ivme kazanarak devam etti ve sonuç olarak parti iyice dibe vurdu.
Böylece Türkiye siyasetinin köklü ve ana damarlarından biri olan DP-AP çizgisinin temsil edilmediği bir siyasî yapı ortaya çıktı.
YARIN: AKP İKTİDARI İLE, ÇOK PARTİLİ SİSTEMDE TEK PARTİ REJİMİ