Güncel |
DİNİN YERİNE MİLLİYETİ KOYDULAR |
Cumhuriyet kurucuları, din ve dinin toplumsal rolü konusundaki kavramsallaştırmaları temelde Garbcılık ve Türkçülük hareketlerinin temel tezlerine dayanarak yaptılar. Her iki hareket de bu temel tezleri, bilimin ilerlemesi karşısında kısa sürede ortadan kalkacağı düşünülen "din"in yerinin nasıl doldurulacağı ve yeni kutsallığın nasıl oluşturulacağı konusundaki tartışmalardan yola çıkarak geliştirdiler. MİLLİYETÇİ SEMBOL VE TÖRENLER BU AMAÇLA KUTSALLAŞTIRILDI Eski bir Teşkilât-ı Mahsusa mensubu olup, 1932-1943 arasında Samsun milletvekilliği yapan Ruşenî (Barkın)'ın Mustafa Kemal'e sunduğu “Din Yok Milliyet Var: Benim Dinim, Benim Türklüğümdür” başlıklı çalışmada dile getirilen milliyetçilikle kutsallaştırılan vatandaşlık ahlâkının din boşluğunu dolduracağı düşünüldü, milliyetçi sembol ve törenler bu amaçla kutsallaştırıldı.
“Din Yok Milliyet Var” ile “Vecibesiz ve Müeyyidesiz Bir Ahlâk” arasında
İKİNCİ Meşrutiyet Dönemi fikir hareketlerinin erken Cumhuriyet kavramsallaştırma ve siyasetlerinin oluşturulmasındaki etkisi oldukça fazladır. Dönemin entelektüel tartışmasını yakından izleyen ya da buna bizzat katılan Cumhuriyet kurucuları, din ve dinin toplumsal rolü konusundaki kavramsallaştırmaları da temelde Garbcılık ve Türkçülük hareketlerinin temel tezlerine dayanarak yapmışlardır. İlginç olan her iki hareketin de bu temel tezleri, Avrupa düşüncesi içinde bilimin ilerlemesi karşısında kısa sürede ortadan kalkacağı düşünülen “din”in yerinin nasıl doldurulacağı, yeni kutsallığın nasıl yaratılacağı konusundaki tartışmalardan yola çıkarak oluşturmasıdır. 1859 sonrasında ana tezlerini Darwinizm ile de bağdaştıran popüler bilimci hareketi içselleştiren Garbcılık bir yandan bu akımın, yerleşik dinlerin ortadan kalkacağı geleceğin toplumunda “bilimin kendi felsefesini oluşturacağı” varsayımına sahip çıkarken, öte yandan da Jean-Marie Guyau’nun “vecibesiz, müeyyidesiz, bireysel dindarlık” düşüncesini benimsiyordu. Toplumsal ahlâka ilişkin kural ve değerlerin çözülmesi sonucunda ortaya çıkan “kuralsızlık” durumunu anlatmak için kullanılan “anomi” kavramının yaratıcısı olan Guyau, bu kavram üzerine inşa ettiği kuramlarıyla şöhret kazanan Durkheim benzeri bir etkinlik gerçekleştirmemiş, buna karşın, vefatından uzun süre sonra, en popüler yabancı düşünürlerden birisi haline geldiği 1920 ve 30’lu yıllar Türkiyesi’ndeki din algısını derinden etkilemişti. Guyau, dönemin yaygın inancı olan bilimin gelişmesinin din ve din temelli toplumsal ahlâkın çözülmesine yol açmakta olduğu tezini kabul etmekle beraber bilimci bir ahlâk ya da pozitivizmin bunların yerini dolduramayacağını düşünüyordu. Kendisine göre yerleşik dinler yerlerini “bilimcilik” ya da “pozitivizm” benzeri seküler inanç biçimlerine değil soyut anlamıyla “bireyciliğe” bırakacaklardı. Guyau “anomi”nin bireyciliğe darbe vuracağını düşünen Durkheim’ın tersine onun, dinleri zayıflatırken, bireyciliği güçlendireceğini var sayıyordu. Guyau’ya göre bilimin gelişmesi karşısında ortaya çıkacak ahlakî kuralsızlık, bireylerin örgütlü dinlerle ilişkilerini sona erdirip, kendi bilinçlerine dayanan, kuralları ve müeyyideleri olmayan dinler yaratmalarına neden olacak, başka bir deyişle, onları felsefî anlamda dindar yapacaktı. Darwinist kuramı da tezlerinin merkezine yerleştiren Guyau, bireylerin fikirleri evrildikçe, yarattıkları din algısını da değiştireceklerini düşünüyordu. Tıpkı Guyau’yu başka bir alanda yanlış yorumlayan Kropotkin gibi, son dönem Osmanlı, erken Cumhuriyet entelektüelleri de onun bilimcilik ve pozitivizme ciddî eleştiriler getiren ahlâkçılığından temel olarak kitaplarının birisinin başlığı olan mesajı alıyorlardı. “İstikbâlin Din Yokluğu” adıyla Türkçeye çevrilen bu kitap, geleceğin toplumunda örgütlenmiş dinlerin ortadan kalkacağını var saymakla birlikte, insanın başka türlü davranması mümkün olmadığı için “ahlâklı” olduğunu, bu nedenle de istikbâlin din yokluğunda yeni bir ahlâk geliştireceğini savunuyordu. Bu tezin bilimci kuramla bağdaştırılması son derece zordu. Ancak Türk entelektüelleri bu ilginç bağdaştırmayı yapabiliyorlardı. Guyau’nun “bireysel düzeyde, felsefî dindarlık” fikri erken Cumhuriyet ideolojisinin dine biçtiği toplumsal role fazlasıyla uyum gösteriyordu. Ancak tıpkı İkinci Meşrutiyet Garbcıları gibi bu tür dindarlığı, bilimin kendi felsefesini yaratacağı, hattâ bilimin bizatihi bir felsefe olduğu düşüncesiyle eklemleştiren erken Cumhuriyet ideolojisi, bunlara ilâveten örgütlenmiş dinlerin ortadan kalkmasıyla doğacak boşluğu farklı bir “kutsal” ile doldurmak istiyordu. Yukarıda zikredildiği gibi “anomi”nin Guyau’nun var saydığının tersine bireyciliğe darbe vuracağını ileri süren Durkheim, laik vatandaşların, milliyetçilik yardımıyla, kutsallığı başka bir boyuta aktararak bir devlet tapınması eda edeceklerini düşünüyordu. Guyau’nun eserinin eleştirisini yazarken ifade ettiği gibi Durkheim, dinin “sosyolojik” bir fenomen olduğunu ileri sürerken, “Robinson’un bile adasında kendine uygun bir din geliştireceğini” savunuyordu. Ancak Guyau’dan farklı olarak Durkheim, geleceğin toplumunda ortadan kalkacak örgütlenmiş dinin yerini “vatandaşlık ahlâkının” alacağı öngörüsünde bulunuyordu. Kutsallaştırılan milliyetçi semboller, törenler ve semboller aracılığıyla yaratılacak bu yeni ahlâk yeni toplumda dinin geleneksel toplumlarda oynadığı rolü ifa edecekti. Cumhuriyet kurucuları gerek Ziya Gökalp aracılığıyla, gerekse de doğrudan eserlerini okuyarak etkilendikleri Durkheim’dan temel olarak örgütlenmiş dinin yerini milliyetçilikle kutsallaştırılacak “vatandaşlık ahlâkı”nın dolduracağı düşüncesini alıyorlardı. Nitekim lise ders kitaplarında “hikâye ve hurafe”lere dayanan dinin, bilimin ilerlemesinden önce insanların korku ve zaaflarından kaynaklandığı anlatıldıktan sonra, bunların “dimağın... yeni ilmî keşiflerle nurlanması sayesinde” ortadan kalktığı ve artık “her türlü tekâmül, huzur ve emniyetin menbaı”nın “cemiyet” olduğu vurgulanıyordu. İlginçtir ki yeni kavramsallaştırmalar bir yandan Guyau’dan etkilenerek dindarlığın bireysel düzeye ineceğini savunurken, öte yandan da Durkheim tesiriyle milliyetçilik temelli toplumsal bir ahlâk yaratılmasının gerekliliğini vurguluyorlardı. Bu ilginç bağdaştırmanın üzerinde yaratıldığı zemin ise örgütlenmiş dinlerin geleceğin toplumunda var olmayacakları ve olmamalarının gerekliliği teziydi. Bu ise sosyolojik tahlillerden ziyade bilimci kuramdan çıkartılmaktaydı. Guyau’nun bireysel, felsefî dindarlık düşüncesi ile en basitleştirilmiş formülasyonu eski bir Teşkilât-ı Mahsusa mensubu olup, 1932-1943 arasında Samsun milletvekilliği yapan Ruşenî (Barkın)’ın Mustafa Kemal (Atatürk)’e sunduğu Din Yok Milliyet Var: Benim Dinim, Benim Türklüğümdür başlıklı çalışmasında dile getirilen milliyetçilikle kutsallaştırılan vatandaşlık ahlâkının din boşluğunu dolduracağı tezinden oldukça ilginç bir bağdaştırma yaratıldığı şüphesizdir. Bu bağdaştırmaya karşın erken Cumhuriyet’in aynı zamanda neden kapsamlı bir dinî reform başlattığını kavrayabilmek kolay değildir. Bu ise ancak İkinci Meşrutiyet Garbcılarının en ünlü sloganlarından birisi olan “ilm havassın dini, din avamın ilmidir” vecizesi ışığında anlaşılabilir. Erken Cumhuriyet kavramsallaştırmalarının geleceğin toplumunda örgütlenmiş dinlerin olmayacağı varsayımına dayanarak yapılmış olmasının etkilerini ise günümüzde dahi hissetmemek mümkün değildir.
Şükrü Hanioğlu Sabah, 21.11.2010 |
22.11.2010 |